Makale

KIRIK KALPLERE DOKUNUŞ

KIRIK KALPLERE DOKUNUŞ

Ayşenur GÜNDÜZ

Sakarya Hendek Vaizi

Ben bir cezaevi vaiziyim. Kendi isteği ile cezaevini tercih eden gönüllülerden... İnsan, özgürlüklerin kısıtlandığı, imkânların azaldığı, hüznün bol olduğu böyle bir yeri neden ister? Ancak bütün bu olumsuzlukların, yoklukların, üzüntülerin insanı iyileştirici, tedavi edici, yeniden hayata bağlayıcı yönünün olduğunu da unutmamak lazım.

İdari birimden göz okutarak girdiğinizde ve her girdiğiniz kapının arkanızdan kilitlendiğini duyduğunuzda ve boynu bükük, gözü yaşlı hükümlülerin yanına vardığınızda sizi, dokunuşunuzu, gülümsemenizi, hayatlarına anlam katacak büyülü sözlerinizi bekleyen, bu dünyada en azından yaptıklarının bir kısmının bedelini ödeyen, aynı dinin, aynı yolun, aynı kervanın yolcuları ile karşılaşıyorsunuz.

Ve anlatıyorsunuz günün konusunu… Hiç ses çıkmıyor, sanki aynı kalbe sahipler… Tek kalp ve onlarca kadın… Sanki ruhları kalıpta donmuş! Hayret ediyorsunuz. Bu nasıl bir ruh hâli? Ne güzel dinliyorlar, belki ruhsal olarak seyahat ediyorlar. Bilinmez, önceki sıcacık yuvalarına sevdiklerinin yanına gidiyorlar hayallerinde belki de... Oraya düşüren işi yapmasalardı hayatları nasıl olacaktı? Hayalin peşinden sürükleniyorlar.

Ve anlatım bitiyor, “âmin” diyorsunuz. Birden koşuşturmalar geliyor kulağınıza. Koğuşun merdivenlerinden patır patır ayak sesleri… Dua için bir koşuşturma başlıyor ve birden sayı iki hatta üç katına çıkıyor.

Başlar yerde, gözler mıhlanmış bir noktaya ve ahlar, iniltiler, iç çekişler… Kim bilir belki ben de içimdeki “ben”in kirini orada arındırıyorum! Nefs-i emmaremin yaptıklarını orada eritmeye, yok etmeye çalışıyorum. Hangimiz günahsızız? Kimse kimsenin günahını, sevabını, yakarışını ve samimiyetini bilemez… Yalnız, görünen o ki kilit altına alınanların hüznü, duası, âminlere koşuşu bir başka…

Ve sorular… Duanın bitiminde başka bir âlemden, ötelerden, uzaklardan gelmişçesine soru nakaratları… Belki bildik, tanıdık, cevapları aynı olan ama içine pişmanlık, gözyaşı, keder, kader, hayat ve ölüm saklanmış sorular bunlar. Ve bir umut, bir bekleyiş… “Yasa var mı yasa? Yasa ne zaman çıkacak hocam? Ah şu yasa bir çıksa!”

Ya ruhlarımız… Hüküm giymeyen, Allah’ın arzında serbestçe dolaşıp başkaları hakkında kolayca hüküm veren, yaptığından veya yapmadığından pişman her gün can çekişen ruhlarımız… Ya içimizdeki benlik! Hayatımız boyunca yaptıklarımızın kiri ile bürünmüş, kibrin ve bencilliğin zirvesine çıkmış, kendinden başkasını görmeyen zavallı benliğimiz!..

Aylin’in hücresindeydim, o günü hiç unutamıyorum. Aylin, çile dolu hayatında yitirdiği bütün umutlarını âdeta benim gözlerimde arıyormuşçasına büyük bir heyecanla soruyor, soruyor, soruyordu… “Hocam, bin Amenerresulü, on bin kelime-i tevhid, otuz Yasin, beş yüz İhlas okudum, başka neler okuyayım? Hocam, benim buradan çıkmam lazım...” On yıldır cezaevinde dualarla, âminlerle hayata tutunmaya çalışan Aylin, ümitle sorusunu tekrarlıyordu: “Hocam, başka ne okuyayım?” Onun sorularını, gözlerimde ve ses tonumda belli etmeye çalıştığım sevgi ve hoşgörü ile cevaplıyordum. Ümidini yitirmeden, sabırla ve inançla, dualarla Rabbine sığınması hususunda telkinlerde bulunuyordum. Hayatın her safhası gibi burası da bir imtihandı ve bir gün elbet bitecek, bütün kapılar onun için açılacaktı. Ben, onun umudunu diri tutacak türden sözler söylüyordum, sonra biz konuşurken bir şey oldu. Bahçede volta atan bir mahkûm, elindeki küçük süt ile tel örgüye yaklaştı. Aylin, tel örgünün arasından elini uzatıp bu sütü aldı. Su ısıtıcısına, sıcak suyun içine koydu. Beş on dakika sonra sütü veren mahkûm gelip elini uzattı, “Süt hazır mı?” diye sordu. Aylin, sütü tel örgünün arasından verdi. Sorgulayan gözlerle kendisine baktığımı görünce Aylin, “İkinci katta çocuklu bir anne var. Benden başkasında da su ısıtıcısı yok. Çocuğun sütünü bu saatte bana yollar. Ben de ısıtır gönderirim. Ne yapayım hocam, küçücük çocuk buz gibi sütü mü içsin?” dedi.

Ey Rabbim! Bir cana kıydığı için hüküm giyen şu kulunu, şu dört duvar arasında, tellerin arkasında, kan bağının olmadığı hatta hiç bilmediği tanımadığı küçük bir çocuğa merhamet edecek hâle getiren sensin… Her gün bu işi ona zevkle yaptıran hatta küçük çocuğun soğuk süt içmesine gönlü razı olmadığı için havalandırma hakkını kullanmayıp gününü hücrede geçirecek kadar şefkatli hâle getiren büyük kudret sensin Allah’ım. Bizim terbiyemizi, senin razı olacağın mekân ve şartlarda nasip et! Hatta bizim ve bütün din kardeşlerimizin içine öyle coşkun bir hidayet ver ki terbiyemiz, tekâmülümüz, insanlığımız, kulluğumuz, hidayetimiz, hiçbir dikenli yola sapmadan tel örgüler arasına girmeden, maddi manevi karanlıklara düşmeden aklımız, fikrimiz ve bilgimiz ışığında gerçekleşsin.

Ey nefsim! Sen de bu hükümlülerden biri olabilirdin. Neydi seni koruyan demir parmaklıklardan? Koğuşun soğuk ve nemli havasından… Neydi seni, yaptığının cezasını bu dünyada ödemekten meneden?

Aldığın annenin duası mıydı, bir sadakanın kabul oluşu muydu, bir yetimin gülümsemesi miydi, yoksa bir hükümlünün kalbine dokunuşun muydu?

Rabbim, bana kırık kalplere dokunmayı nasip ettiğin için sana sonsuz hamd ü senalar olsun…