Makale

Bişnev in-ney kim hikâyet mikuned Ez-cüdâyihâ şikâyet mikuned

Vedat Ali Tok

Bişnev in-ney kim hikâyet mikuned
Ez-cüdâyihâ şikâyet mikuned
Mevlana Celaleddin Rûmî

Dinle neyden kim hikâyet etmede, ayrılıklardan şikâyet etmede (Ney’i dinle ki bir hikâye anlatıyor; ayrılıklardan şikâyet ediyor.)
(Tercüme beyit: Nahifi Süleyman Efendi)

Çocukluğumdan beri onun gerçekte var olduğunu düşünemedim hiç. O, bir mesnevinin, bir geçmiş zaman romanının içinden çıkıp Hakk’ın huzurunda edeple bağdaş kurmuş, bir kahraman fotoğrafından başka bir şey değildi. Bir Mecnun, bir Ferhat, bir Alper Tunga, bir… neyse Mevlana da ancak oydu… Sürekli tefekkür hâlinde. İç içe yerleştirmekte olduğu tefekkür haplarını sihirli bir kapsülle insanların manevi şifasına sunan bir hekim kahraman...

Belh’ten Anadolu’ya –Konya’ya- geldikten sonra onu ayakta, yürürken, gezerken hiç görmedim. Bir yerden başka bir yere giderken de yürümüyor, tayy-i mekân ediyor ve duruşunda, oturuşunda ufak tefek değişiklikler olsa bile başı olgun buğday başakları gibi hep eğik; edepli bağdaşı hiç bozulmamış, yeninden görünmeyen ellerinden sarkan dualanmış tespih taneleri…

Mevlana bir eski roman kahramanı ve tam manasıyla bir kahraman. Seyyid Burhaneddin ve fiems-i Tebrizî gibi iki kuvvetli mıknatısın arasında bileylenmiş; yüklendiği enerjinin kuvve-i câzibesine cem olmuş insanların arasında bâtını Hak’la, zâhiri halkla lebâleb bir kahraman…

Molla Camî’nin dediği gibi, peygamber değil; ama kitap sahibi. Zaten kitabı da âyetler tefsiri, hadisler şerhinden ibaret değil miydi ki?

Mesnevî… Sıkışmış bir yanardağ patlamasından başka nedir? Seyyid Burhaneddin hazretlerinin şer’î, fiems-i Tebrizî’nin manevi/tasavvufî dolduruşlarının şekillenip bir güzel infilakıdır Mesnevî. Bu, öyle bir infilaktır ki birbiri ardınca devam eden, dur durak bilmeyen ve kaynağın kontrolünden çıkmış bir infilak… İyi ki Hüsameddin Çelebi vardı ve bu yürekler sarsan, beyinlerde inkılâplar yaratan patlayışları kayıt altına aldı.

O bir mesnevi, bir eski roman kahramanıydı; çünkü hayatında romanda olması gerekenler vardı. Ölmez konu: Aşk… Hatta baştanbaşa aşk… Hasret… İstenmeyen, fakat mevcudiyeti inkâr edilemeyen bir kötü haslet: Kıskançlık. Ve hayatında en fazla değer verdiği kişi, romanın da başkahramanlarından fiems’in esrarengiz ölümü… Acaba cinayet mi sorusu bugün bile aydınlatılamamış... Bütün bunların arasında Mevlana… Yanmış, yakılmış. Pişmiş Mevlana. Ve bir neyle müşahhaslaştırmış öz ruhundaki macerasını. Öz yurdundan, başkaları da duysun, bu yanık ve uhrevî sedayı ve işitenler de yansın diye, koparılmış, yakılmış, şerha şerha yaralanmış, atılmış özge diyarlara. Mevlana, öz yurdundan koparılmış bir kamışla hülasa etmiş dünya macerasını.

Bişnev in-ney kim hikâyet mikuned
Ez-cüdâyihâ şikâyet mikuned

Ney sesini dinlememizi istiyor Mevlana. Ki ney bir hikâye anlatmada. O hikâye ki ayrılıklardan şikâyet etmede.

Mevlana’nın gurbet hayatını tasvirle başladığı beyitleri, Belh’ten Moğol baskını korkusundan dolayı Anadolu’ya göç ile tevil etmek çiğ bir hüküm olur elbet. O yanık neyin sesine iyi kulak verenler Gayb âleminde Hakk’a “Belâ” sözü vermiş bir yüreğin dünya sürgünüyle kopardığı feryattan başka bir şey duyamaz aslında. Milk-i bekâdan fani dünyaya düşen bir yürek feryadıdır ney… Kim onu hakkıyla işitirse Mevlana’ya yoldaş, hâline hâldaş olabilir.

Mevlana’nın duymamızı istediği sesin macerasına bakalım: Râvîlere göre: Hz. Muhammed (s.a.s.) İlâhî aşk sırrını Hz. Ali’ye (r.a.) söyler. Sır saklamak güçtür. Hz. Ali dayanamaz; gider, çölde kör bir kuyuya anlatır bu sırrı. Kör kuyu da sırrını muhafaza edemez; coşar, taşar. Etraf su ile kaplanır. Burada sazlar biter. Bir çoban sazlıktan bir kamış keser. Delikler açar, içini temizler ve üfler. Çıkan ses fevkalâde coşkuludur; çünkü İlâhî sırrı anlatır. Ney, kamışlıktan koparılmış ve uzak bir diyara götürülmüştür. Dolayısıyla gurbete düşmüştür. fiikâyeti de bundandır. Mevlana’nın “Mesnevî”sini Türkçeleştiren Nahifî’den dinleyelim devamını:

Der kamışlıkdan kopardılar beni
Nâlişim zâr eyledi merd ü zeni
(Beni kamışlıktan kopardılar; feryatlarım erkek ve kadın herkesi ağlattı.)
Her kim aslından ola dûr ü cüdâ
Rûzgâr-ı vaslı eyler muktedâ
(Her kim aslından ayrı ve uzak düşerse hep vuslat zamanının izinde olur.)

Mutasavvıf der ki: Allah, önce ruhları yarattı. Bunların bulunduğu yeri biz bilemeyiz; çünkü orası Gayb Âlemidir, Bezm-i Elest’tir. Sonra ona kendi ruhundan üfledi ve dünyaya gönderdi. Ruh burada bir beden buldu. Yani ney’in sazlıktan kopuşu gibi, insan da vatanından ayrılıp gurbete düştü. Ruh, gurbette huzursuzdur. Vatanını özler. Fakat nefsi, benliği onu dünyaya bağlamaya çalışır.

Ney ile kâmil insan arasında macera ortaklığı vardır. Çünkü ikisi de yanar. O saz parçası ney hâline gelene kadar çeşitli evrelerden geçer. Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım.” demesi de herhalde bundandır. Neyin kemale ermesi, Hakk’ı zikretmesi için kızgın demir parçasıyla içi dağlanır; içindeki pütürler ütülenir, tertemiz edilir. Sonra ses çıkarması için delikler açılır vücudunda. Bundan sonra üflenir neye ve ney ötelerden haber verir duyabilenlere… Kâmil insan da öyle değil mi? İçini benlikten, maddiyattan, süsten püsten… kısacası mâsivâdan arındırır; sonra söylediği her şey Hak ve hakîkat olur.

Ney ve insan ne kadar benziyor birbirine. Herhalde bu yüzden Mevlana, hikmet kaynağı Mesnevî’sine uzun bir ney macerasını anlatmakla başlamış. fiair Fuzûlî, şiirlerinde fırsat düşürdükçe insanın hayat çizgisiyle ney arasında benzerliklere işaret etmiş. Birinde de şöyle demişti:
Ney kimi her dem ki bezm-i vaslını yâd eylerem
Tâ nefes vardur kuru cismümde feryâd eylerem
(Ney gibi senin kavuşma meclisini ne zaman yâd etsem, kuru cismimde nefes var oldukça feryat eyliyorum.)

Neyin, neyistânı anıp inlemesi gibi, insan da hayatta olduğu müddetçe hep Bezm-i Elest’i yâd edip hasretle inleyecektir. Hâl böyle olunca âşık için ölüm “vuslat” olmaz mı Sevgiliye…