Makale

Din hizmetlisi yetiştiren eğitim kurumlarının idaresinin Diyanet İşleri Başkanlığı'nda olması teklifleri

Din hizmetlisi yetiştiren eğitim kurumlarının idaresinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda olması teklifleri


Dr. Mehmet Bulut
DİB / Uzman
mbulut@diyanet.gov.tr

“Camide halkı irşad edecek hakiki bir vaiz, bir din mürşidi ve hatip ancak din ve dünya ilimleri okutularak ve insanı ifrat ve tefrite düşürmek istidadında olan bu iki nevi ilmin yekdiğerini murakabe yolları öğretilerek yetiştirilebilir. Bu şekilde yetişen bir din adamının, bir vaizin, hatta bir köy imamının bulunduğu yerde her bakımdan en münevver bir mürşit olabileceğinden şüphe etmemek lazımdır.” (Ahmed Hamdi Akseki, 1950 tarihli “Rapor”undan)


Diyanet İşleri Başkanlığı statüsü itibariyle bir istihdam kurumudur, bir eğitim kurumu değildir; ancak, temel görevi olan din hizmeti yanında veya din hizmeti kapsamında değişik ortamlarda ve farklı vasıtalarla toplumu din konusunda aydınlatma, bilgilendirme görevi de vardır. “Yaygın din eğitimi” etkinlikleri olarak değerlendirilebilecek bu görevini de ağırlıklı olarak kendi elemanlarıyla yerine getirmeye çalışmaktadır. Buna göre “Başkanlık görevlileri ve eğitim” söz konusu olduğunda iki husus akla gelmektedir. Birincisi “yaygın din eğitimcisi” de sayılabilen din hizmetlilerinin yetiştirilmesi, ikincisi ise din hizmetlilerinin yaygın din eğitimi kapsamındaki faaliyetleri.

Konuya din hizmetlilerinin yetiştirilmesi açısından baktığımızda, tarihi tecrübenin aksine, süreç içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın istihdam ettiği elemanların kendi dışındaki kurumlar maharetiyle yetiştiğini görüyoruz. fiöyle de diyebiliriz: Kur’an kurslarını bir kenara bırakırsak, tarihi boyunca Başkanlık, ne kendi elemanını yetiştirecek bir kuruma ne de genel anlamda formel herhangi bir eğitim kurumuna sahip olmuştur. Kur’an kursları ise daha çok yaygın din eğitim kurumları olarak telakki edilmiştir.

Başkanlığın, kendisinin yetiştirmediği elemanları istihdam etmek durumunda kalmasının, teşkilatça sunulan din hizmetlerinde birçok zorluğu beraberinde getirdiği söylenebilir. Bu durumdan öteden beri şikâyetçi olan Diyanet İşleri Başkanlığı, elemen yetiştiren eğitim kurumlarının, kendilerine, arzu edilen nitelikte din hizmetlisi yetiştiremediğini, “iyi yetişmiş” eleman gönderemediğini dile getirmiş; din hizmetinin hassasiyetine paralel olarak, bu eğitim kurumlarının ne kadar daha nitelikli eleman yetiştirirse kendilerinin sunduğu hizmetin kalitesinin de o nispette yüksek olacağını ileri sürmüştür. Nitelikli din hizmetlisi yetiştirilemeyişinde ise, Başkanlığın kendi elemanını kendisinin yetiştirme imkânının olmayışı ve eleman yetiştiren kurumların, eğitim programlarını hazırlarken ve diğer hususlarda kendisiyle yeteri düzeyde istişare etmeyişi iki önemli neden olarak gösterilmiştir.

İşte bu sorunun çözümü noktasında dönemsel olarak iki çözüm önerisinin öne çıktığını görüyoruz. Birincisi, özellikle 1960’lı yıllara kadar zaman zaman dile getirilmiş olan, Başkanlığın istihdam edeceği elemanları bizzat kendisinin yetiştirmesi, başka bir ifade ile mesleki din eğitimi kurumlarının Başkanlığın idaresinde olması; ikincisi ise, Başkanlıkla mesleki din eğitimi veren kurumlar arasında ciddi bir ilmi ve idari işbirliğinin sağlanması. İkinci öneri, özellikle 1970’li yıllardan sonra sıklıkla dile getirilmiştir.

Bu genel tespitten sonra, süreç içinde mesleki din eğitimi kurumlarının idaresinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda olması ya da istihdam edeceği elemanları bizzat kendisinin yetiştirmesi taleplerini biraz açmak istiyoruz.
Sorunun Menşei

Tarihi geleneğimizde din eğitimi kurumlarının idaresi, dini teşkilatlanma içinde olmuştur. Bilindiği gibi, Osmanlı döneminde din hizmetlilerinin yetiştiği eğitim kurumları olan medreselerin (tedris) idaresi fieyhülislamlığın uhdesindeydi. Milli Mücadele yıllarında kurulan TBMM hükümetleri döneminde, yani Diyanet İşleri Reisliği’nin kuruluşunun öncesinde ise medreseler, ülkemizde din hizmetlerini yürütmekte olan fier’iye ve Evkaf Vekâleti çatısındaki bir genel müdürlüğe bağlıydı. Cumhuriyetle birlikte 1924’te Tevhid-i Tedrisata geçilirken, yasanın âmir hükmü gereği, ülke genelindeki medreselerin idaresinin Maarif Vekâleti’ne devredilmesi gerekiyordu. Bilindiği gibi vekâlet, yasanın uygulamasını böyle “devralma” şeklinde yapmamış, bilakis medreselerin çoğunu kapatmış, sadece az bir kısmının yerine “İmam ve Hatip Mektebi” adında yeni okullar ve İstanbul’da Darülfünun’a bağlı bir İlahiyat Fakültesi açmıştı. Buna göre, imam-hatip ihtiyacını karşılama amacıyla açılan İmam ve Hatip mektepleriyle dini yüksek öğrenimli eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla açılan İlahiyat Fakültesinin idaresi, din hizmetlerinin deruhtesiyle görevli Diyanet İşleri Reisliği’ne değil de Darülfünun ve Maarif Vekâleti’ne verilmiştir. Uzun ömürlü olamayan bu eğitim kurumlarının kapatılmalarının üzerinden yaklaşık 25 yıl geçtikten sonra, 1949’da açılan İmam-Hatip kurslarıyla Ankara İlahiyat Fakültesi ve 1951’den itibaren açılan İmam-Hatip okullarının idaresi de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bırakılmadı. Bu keyfiyetten Diyanet camiasının hoşnut kalmadığını söyleyebiliriz. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışayım.

Merhum A. Hamdi Akseki, Diyanet İşleri Reisliği’nin 1925 yılı bütçesi TBMM’nde görüşülürken Reisliği temsilen Meclis’te bulunmuştu. Akseki, henüz bir yıl önce açılmış olan İmam ve Hatip mektepleriyle ilgili bir soruyu cevaplarken, üstü kapalı bir sitemle bu okulların kendilerine bağlı olmadığını şu mealdeki sözlerle hatırlatmıştı: “İmam ve Hatip mekteplerinin bağlı oldukları bir makam vardır. O makam bize şu ana kadar herhangi bir kişi göndererek bunlar İmam ve Hatip mektebi mezunudur, bunları istihdam et, dememiştir; mezun edip gönderirse biz de istihdam ederiz…”

Aşağıda da değineceğimiz gibi, 1924’te açılan İmam ve Hatip mekteplerinin ve Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nin kapatılmış olmasında, bunların Diyanet’e bağlı olmamalarının da etkili olduğu ileri sürülebilmiştir.

Önceki yazılarımızda da belirtmiştik; aslında eğitimin tek elden yürütülmesine genel olarak karşı çıkılmamış; ancak yasanın medreseleri kapatmak şeklindeki uygulamasına sert itirazlar yöneltilmiştir. Dönemin bir kısım yetkilileri ve bir kısım basın mensubu, “dini müesseseler” diye de ifade edilen medreselerin idaresinin Tevhid-i Tedrisat sonrasında, ait olduğu mercie; yani istihdam kurumu olan Diyanet İşleri Reisliği’ne değil de Maarif Vekâleti ve üniversiteye bağlanmasından kuşku duymuşlar, bu olgunun, bu kurumların kapatılmalarıyla sonuçlanacağı iddiasında bulunmuşlardı. Bu görüşte olanlara göre, bu proje ile hedef ve amaç, ilmi müesseseleri ortadan kaldırmaktı. Öğretimde birlik sağlamak iddiasıyla, önce medreseler de dâhil bütün eğitim kurumları Maarif Vekâleti’ne devredilecek, sonra bir şekilde medreseler kapatılacak ve bilahare diğer bazı mektepler eski kurumlarına iade edilecekti. Hatta daha o günlerde bu kanunla, askeri idadilerin aynen muhafaza edileceğini ve bütün inkılâbın yalnız medreseleri kapatmakla sınırlı kalacağını söyleyenler olmuştu. Gelinen noktada bu öngörü ve kuşkunun yersiz olmadığı anlaşıldı. Nitekim askeri mektepler de o zaman aynı kanunla Milli Savunma Bakanlığı’ndan alınarak bütçesi ve eğitim kadroları ile Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştı. Fakat çok geçmeden askeri okullar Milli Savunma Bakanlığı’na iade edilirken mesleki dini eğitim verilmek amacıyla açılmış olan İmam-Hatip mektepleri asıl istihdam mercileri olan Diyanet İşleri Reisliği’ne iade edilmemiş, sonuçta önce medreseler, birkaç yıl sonra da İmam ve Hatip mektepleri ile İlahiyat Fakültesi kapanmaktan kurtulamamıştı.

1950’li Yıllardaki Hâkim Görüş: “Mesleki Din Eğitimi Kurumlarının Asıl Mercii Diyanet İşleri Başkanlığıdır”

Bu köşedeki yazılarımızın birinde “din hizmetlerinde kasvetli yıllar” olarak nitelediğimiz o ağır hasarlı dönemi yaşamış, ülkemizde ve dünyadaki din eğitimi ve din hizmeti alanındaki gelişmeleri yakından takip etmiş değerli hocalarımız, yaşanan olumsuzluklara da işaretle, din hizmetlisi yetiştirecek eğitim kurumlarının asıl merciinin Diyanet İşleri Başkanlığı olduğunu, dolayısıyla bu kurumların idaresinin ta işin başında Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiş olması gerektiğini açıklamaktan geri durmamışlardır. Bu görüşte olanların başında Diyanet İşleri Başkanlarından merhum A. Hamdi Akseki gelmektedir.
1924 sonrası sıkıntılarını da yaşamış olan Akseki, 1950’de, Diyanet İşleri Başkanı olarak hazırladığı bir raporda, Tevhid-i Tedrisat sonrasında, askeri okulların, asıl mercileri olan Milli Savunma Bakanlığı’na iade edildiğini hatırlatarak şöyle diyordu: “Eğer o sırada İmam ve Hatip mektepleriyle İlahiyat Fakültesi de hakiki mercileri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na iade edilmiş olsaydı ne talebesi dağılır ne de mektep kapanırdı; daha doğrusu kapatılmalarına bahane bulunamazdı. Çünkü bunlarla ilgili makam yalnız Diyanet İşleri Başkanlığı idi. Bu müesseselerin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ayrı herhangi bir makama bağlanmaları kadar gayri tabii bir hareket olamazdı.”

İmam-hatiplerin açılışının hemen öncesinde hazırlanmış olan söz konusu raporunda merhum Akseki, konuyu şöyle özetliyordu: “Memleketin hakiki din ihtiyacını karşılayacak orta ve yüksek dereceli din müesseselerinin açılması ve bütün mekteplerdeki din işleri ile ciddi bir şekilde meşgul olması için, Amerika’da, Avrupa’da olduğu gibi, bunun yegâne mercii bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı’na salahiyet verilmesi lazımdır…”

Akseki bunları söylerken, o yıllarda açılması beklenen mesleki dini eğitim kurumlarının artık Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olmasının bir zorunluluk haline geldiğini anlatmaya çalışıyor ve şu öneride bulunuyordu: “Müftü, vaiz, imam, hatip, müezzin ve yüksek din adamları yetiştirilmesi için doğrudan doğruya DİB’na bağlı müesseseler açılmasına müsaade edilmeli…”

Bir önceki paragrafta yer verdiğimiz ifadesinde de görüldüğü gibi, aslında merhum Başkanımız, sadece mesleki din eğitimi veren okulların değil, okullarda verilecek din derslerinde de bir şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın etkin olmasını da talep etmekteydi.

Aynı raporda Akseki, 1949’da Ankara Üniversitesine bağlı olarak bir İlahiyat Fakültesinin açılmış olmasına karşı olmamak ve onu da faydalı görmekle birlikte, kendilerinin esas arzu ettiği şeyin, “memleketin her sahasındaki dini ihtiyaçlarla mütenasip yüksek İslam âlimleri yetiştirecek hakiki bir din müessesesi” olduğunu, İslam din hizmetlerinde ihtiyaç duyulan elemanların ve İslam din bilginlerinin yetişmesi için ayrı yüksek okulların açılmasını ve bunun da, dünyanın her tarafında olduğu gibi, din hizmetlerini ifa eden Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olması gerektiğini ifade etmişti. Çünkü üniversiteye bağlı bir ilahiyat fakültesi, dinler ve mezhepler üstü tarafsız görüşle bilimsel araştırmalar yapacak ve bu doğrultuda eğitim verecek bir kurumdur deniliyordu. Haliyle burası İslam din âlimini, geleceğin müftüsünü, vaizini yetiştiremezdi. Keza yine 1949’da açılan 10 aylık İmam-Hatip kurslarının Milli Eğitime bağlı olmasını da “atılan yanlış adımları” olarak nitelendirmişti. Çünkü ona göre bu kurumların mercii Diyanet İşleri Başkanlığı idi.

Merhum Akseki’nin mesleki din eğitimi kurumlarının Diyanet’e bağlı olmasını teklif ettiği raporunda Başkanlığın özerkliğini de önerdiğine göre, onun, bu yapılanmalara bütüncül bir şekilde yaklaştığı sonucuna da varabiliriz.
Kurumlar arası işbirliği eksikliği

Özellikle 1970’li yıllardan itibaren artık Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı mesleki okulların açılması ya da mevcutlarının idaresinin Başkanlığa verilmesi talepleri yerine mesleki din eğitimi kurumları olarak İmam-Hatip Liselerinin bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanlığı ile ilahiyat fakültesi dekanlıkları ve YÖK’ün Diyanet İşleri Başkanlığı ile arasında -ki bunların hepsi de birer devlet kurumudur- yeterli ilmi ve idari işbirliğinin olmayışı ve hatta bazı dönemlerde hiçbir işbirliğinin sağlanamamış olmasından şikâyet edilmiştir. Bu şikâyet genelde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından dile getirilmiştir. Son 5-10 yıldan beri ise, özellikle İlahiyat fakülteleriyle Başkanlık arasında ciddi bir işbirliğinin sağlandığını söyleyebiliriz.

Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, söz konusu süreçte Başkanlıkla iyi bir işbirliği ortamının sağlanamayışı sadece eğitim kurumlarıyla da sınırlı kalmamıştır. Örneğin devlet radyo televizyonlarında yapılan dini yayınlarda da benzer sıkıntılar yaşandı. İlgili kurumlar, kendi görev ve sorumluluklarındaki hususlarda yine kamu hizmeti veren bir kuruluş olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ile teşriki mesaide bulunmaya pek sıcak bakmamış ya da buna gerek görmemiş, haliyle her kurum, kendi doğruları istikametinde faaliyetlerini sürdürmüştür.

Belirttiğimiz gibi, yakın yıllarda Başkanlığa formel eğitim kurumu açma yetkisi verilmesine ilişkin taleplere ender olarak rastlamaktayız. Mesela, Mustafa Akkoca imzasıyla yakın zamanda yayımlanan bir makalede, yeni yasada Başkanlığın eğitim kurumu açmasına imkân sağlayacak bir hükme yer verilmemiş olması kaçırılmış bir fırsat olarak değerlendirilerek şöyle denmiştir: “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en büyük meselelerinden birisi, şüphesiz eğitimdir... Bir dereceye kadar hizmet içi eğitimle Diyanet İşleri Başkanlığı eğitim merkezlerinde eğitim verilmeye çalışılıyor, fakat kâfi değildir. Polis Akademisi gibi mesleğin özelliği dikkate alınarak eğitim verecek bir Türkiye Diyanet Akademisi kurulabilir. Böyle bir taslak, teklif getirilseydi hiç şüphesiz Parlamentodan itirazsız geçebilirdi…” (Ö. Vatan, 03.09.2010)

Konuyu birkaç maddede şöyle toparlayabiliriz:
1. Günümüzde ortaya konan bütün samimi çabalara rağmen din görevlisi yetiştirme problemimizi henüz çözebilmiş değiliz. Gelişen Türkiye’de her alında görülen yeni arayışlara din hizmeti gibi fevkalâde ciddi bir sorumluğu bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bigâne kalması düşünülemez.
2. Özellikle günümüzde ülkemiz şartlarında, Başkanlığın istihdam ettiği elemanların, kendi idaresindeki eğitim kurumlarında yetiştirilmesi ya da mevcut mesleki din eğitim kurumlarının Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanması düşüncesi müzakereye açılmalı, bu doğrultudaki tekliflerin uygulanabilirliği tartışılmalıdır. Çünkü az önce belirttiğimiz mevcut durum itibariyle din hizmetinde eleman istihdamında birtakım sıkıntılar yaşandığı açıktır.
3. Başkanlığın sunduğu hizmetler günümüzde kategorik olarak da çeşitlenmiş durumdadır. Dolayısıyla sunulan hizmetin niteliğine göre vasıflı görevliler yetiştirmek daha da önem kazanmıştır. Buna göre, günümüzdeki ilahiyat fakültelerinde olduğu gibi, tek tip bir dini yüksek eğitim değil de hizmetin özelliğine göre dizayn edilmiş öğretim programlarının uygulanması açısından da Başkanlığın kendi idaresinde eğitim kurumlarına sahip olması bir ihtiyaç olarak gözükmektedir. Bu ihtiyaç mevcut ilahiyat fakültelerimizi yeniden dizayn ederek de sağlanabilir; ancak kendi elemanını, bizzat kendi idare ve gözetiminde yetiştirebileceği eğitim kurumlarına sahip olması daha ideal ve ileri bir hedef olarak gözükmektedir.