Makale

Örf âdet olarak gelenekler ve din

Örf âdet olarak
gelenekler ve din

Dr. M. Selim Arık
Bursa Merkez Vaizi


Din, fıtrî (yaratılışa uygun) olup insanlık tarihi ile başlar. Din, tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda daima mevcut olmuş, milletlerin örf ve âdetlerinin oluşmasında önemli rol almıştır. Millet ve din kelimeleri arasındaki mana bütünlüğü de dikkat çekicidir. Nitekim “Millet-i İbrahim” terimi “Din-i İbrahim” anlamında kullanılmaktadır. Ünlü Türk filozofu Fârâbî (339/950) milleti; “Bir topluluğun baş yöneticisinin koyduğu şartlarla mukayyet görüş ve davranışlar” şeklinde tanımlar. Din ise, “Allah tarafından konulmuş, akıl sahiplerini kendi arzuları ile bizzat hayırlara sevk eden ilahî bir nizam” olarak tarif edilir. fiu hâlde “din” ve “millet” terimleri birbirinden ayrılmayan ve toplumun yapısını yansıtan kültürel ifadelerdir. Kur’an-ı Kerim’de önceki dinlere de “İslam” denildiği görülmektedir. (Bkz. Âl-i İmran, 19.) İslam, tüm dinlerin ortak ismidir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslam dininin kendine özgü hükümleri varsa da, önceki peygamberlere emredilen birçok husus aynen devam etmektedir. Mesela adam öldürmek, zina etmek ve hırsızlık yapmak tüm dinlerde yasak kılınmıştır. Erkeklerin sünnet olması ise, Hz. İbrahim’den intikal eden fıtrî bir gelenektir. (Bkz. Buhari, Enbiya, 8.) Günümüzde Yahudilerde bu gelenek hâlâ devam etmektedir. Hak dinler; kişinin canını, malını, aklını, dinini ve neslini korumayı hedeflemiştir.

Gelenekler: Örf ve âdet

Türkçe’deki gelenek sözcüğü, bazen “örf ve âdet”, bazen de “töre” şeklinde ifade edilmektedir. Örf ise, “İyi olan, yadırganmayan, bilinen, peş peşe gelen” anlamına gelmektedir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 334.) Sevinç günlerini hatırlatan “bayram” kelimesinin Arapça karşılığı “iyd” dır. Iyd de, “her yıl yeni bir sevinçle dönen gün” anlamını ifade eder. Böylece bayramların her yıl tekrarlanan ve milletin örf ve âdetine uygun olan gelenekleri hatırlatmaktadır. Buna göre örf kelimesi, kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet hâline getirdiği her türlü dinî ve millî konulardaki iyilik ve güzellikleri içermektedir. Abdullah b. Mesud (r.a.)’un, “Müslümanların iyi gördüğü Allah katında da iyidir. Onların kötü gördüğü Allah katında da kötüdür.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379.) rivayeti, toplumda kabul gören güzel âdetlerin Kur’an ve Sünnet çerçevesinde olmasına işaret eder. Çünkü Kur’an ve Sünnetin hoş görmediğini, Müslümanlar da tasvip etmez. fiu hâlde örf ve âdetler, toplum tarafından bilinen, kabul edilen, hoş karşılanan, dine göre de meşrû ve makbul olan davranışlardır. Kur’an’da geleneklerin akıl ve vahiy süzgecinden geçirilmesi, vahye aykırı olmayan, akla ve insan yaratılışına uygun bulunan örf ve âdetlerin kabul edilmesi emredilmektedir. (Bkz. Bakara,170.)

Cahiliye taassubu

Cahiliye dönemi, Araplar’ın İslam’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını ifade etmektedir. İslamiyet tevhid inancını getirerek putperestliğe karşı kesin tavır almış, bu inancın eseri olan ve insan şerefine yakışmayan bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmıştır. Zira cehâlet, ilmin zıddı olarak “bilgisizlik” anlamına gelmektedir. Kur’an’da bu husus “Hani inkâr edenler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı.” (Feth, 26.) şeklinde belirtmektedir. Görüldüğü gibi bu ayette, cahiliye çağının taassup ve barbarlığına, kin, nefret ve şiddetine işaret edilmektedir. Bundan dolayı Arapların İslam döneminden önceki hayatlarına “cahiliye devri” denilmiştir. Bu aynı zamanda Araplar’ın çevrelerinde yaşayan insanlara göre medeniyet bakımından geri kalmaları, puta tapmaları, kötülük yapmalarını önleyen bir din, bir peygamber ve semavi kitaba sahip olmamalarıdır. İslamiyet ise, aydınlanma ve bilgi devridir ve bu anlamda cahiliye çağının karşıtıdır.

Taassup olarak yerleşen gelenekler

Hz. Peygamber zamanında Hz. İbrahim’in getirmiş olduğu dine inanan birtakım kimselerin mevcut olduğu bilinmektedir. Bunlar, putlara tapmıyorlar, kurban keserek ya da başka bir şekilde onlara tazimde bulunmuyorlardı. Bu inançtaki kimseler zina ve fuhşa yönelmiyor, içki içmiyor, yağma-soygun, hırsızlık, cinayet vs. gibi dönemin yaygın kötülüklerine bulaşmıyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlere engel olmaya çalışıyorlardı. Bunlar arasında Hz. Ebu Bekir ilk sıralarda yer almaktaydı. Cafer b. Ebî Talib, Habeşistan Kralı Necaşi’ye vardığı zaman Arapların bazı cahiliye geleneklerini şöyle anlatmıştır: “Ey Hükümdar! Biz cahiliye taassubuna sahip bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük eder, güçlü olanımız zayıfları ezerdi.” (İbn Hişam, es-Sire, I, 335.) Bu gelenekler yalnız Arabistan’da değil, her dönemde taassup olarak yerleşmiş kötü âdetleri ifade etmektedir. İslam, cahiliye dönemindeki evlat edinme, iki kız kardeşi bir nikâhta tutma, kardeşlik sözleşmesi, sırf vasiyete dayalı miras paylaştırma usulleri gibi gelenekleri de kaldırmıştır. (Nisa, 11-14.) Arapların Kâbe ile ilişkileri, ibâdetleri de cahiliye taassubuna dayanmaktaydı. Zira onlar, Kâbe’nin içine koydukları putlara tapıyorlardı. Arap geleneğinde de Kâbe’nin bakım ve yönetim sorumlusu (velîsi) olmak büyük bir mazhariyet ve şerefti. Müşrikler, Kâbe’de geleneklerine göre ibâdet ederken ıslık çalıp el çırparak Beytullah’ın çevresinde dolaşıyorlar ve Kureyşîler’in imtiyaz alâmeti olarak Kâbe’yi çıplak tavaf ediyorlardı. (İbn Kesîr, III, 593-594.) Yine cahiliye dönemindeki bir geleneğe göre Araplar ihramlı iken veya daha başka bazı dinî gerekçelerle evlerine girmezler; mutlaka girmeleri gerektiğinde de -kapıyı kullanmanın doğru olmadığına inandıkları için- evlerin arkasındaki bir pencereden veya açtıkları bir delikten girerlerdi. Çünkü bunun iyi ve erdemli bir davranış olduğuna inanırlardı. Kur’an-ı Kerim, “İyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama iyi davranış takva sahibi insanın davranışıdır. Evlere kapılarından girin. Allah’a saygılı olun ki kurtuluşa eresiniz.” (Bakara, 189.) ayeti ile bu davranışın anlamsız bir meşakkat olduğunu anlatmıştır. Ayrıca bu davranış evdekileri rahatsız edeceği için edebe de aykırıdır. Asıl iyi ve erdemli olan davranış, anlamsız geleneklerin tekrarı değil, insanın her işini takvâya göre yapması, yani tutum ve davranışlarını Allah’a ve O’nun buyruklarına saygı bilinci içinde yerine getirmesidir mesajı verilmektedir.

Özenti ve taklid

İslami ahlaka uymayan gelenekleri şuursuz özenti içinde taklid etmek dinen hoş karşılanmamıştır. Nitekim bu konuda hadiste şöyle haber verilmektedir: "Kim bir (yabancı) millete (dinî ve ahlaki yönden) benzemeye çalışırsa (kendi benliğini ve İslam’ın izzetini düşünmeden, onlar gibi olmaya ve yapmaya kendisini zorlasa), artık o kişi onlardan sayılır." (Ebû Davûd, Libâs, 5.) Bu hadisteki sakındırma Müslümanların şahsiyetlerini ve ahlaklarını korumaya yöneliktir. Yoksa faydalı işlerde gayrimüslimlerin yaptığını yapmama anlamında değildir.

Cahiliye devrindeki kadınların vücutlarına iğne ile yaptırdığı “döğme” âdetini Peygamberimiz yasaklamıştır. (Bkz. Buhari, Libâs, 84.) Nitekim Hıristiyanların Kudüs hacılarının da kollarına döğme yaptırdıkları nakledilmektedir. (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 381.) Oysa insanın vücudunu süs ve gösteriş olarak dağlaması haramdır. İslam dini, fıtrata önem veren bir din olduğundan “ahsen-i takvim” üzere yaratılan insanın fıtrat-ı asliyesini değiştiren bu dövme âdetinden insanları uzaklaştırmaya çalışmıştır. Nitekim bir başka hadiste, “Güzellik için döğme yaptıran ve Allah’ın yarattığı güzelliği değiştirmeye kalkan kadınları Allah rahmetinden uzaklaştırsın” (Tirmizi, Edeb, 33.) buyrulmaktadır. Hadiste yalnız kadınların zikredilmesi ise, bu kötü âdetin Arabistan’da bilhassa kadınlar arasında cereyan etmesinden dolayıdır. Bu konudaki yasak hem erkek hem de kadınlar için geçerlidir. Günümüzde de çeşitli ülkelerde yapılan bu döğme geleneği, özellikle gençlerimiz arasında da âdet hâline getirilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Peygamberimiz Medine’ye hicret ettikten sonra, buradaki Müslüman ahalinin İran’dan gelenek olarak intikal eden “nevruz” ve “mihrican” bayramlarını kutlamaya devam ettiklerini görmüştür. Bunun üzerine, “Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, kurban ve ramazan bayramıyla değiştirmiştir.” (Ahmed b. Hanbel, III, 103.) buyurmuşlardır. Demek ki Peygamberimiz o dönem itibariyle Müslüman olmayan, ateşperest olan bir toplumun geleneklerinin bayram olarak kutlanmasını hoş karşılamamıştır. İslam dininde gelenek olarak kutlanan bu bayramlar, kurban kesimi ve sıla-ı rahim ziyaretleriyle aynı zamanda ibadet hâline dönüşmüş olmaktadır.

Sonuç

İslam dininin son elçisi Hz. Peygamber’in nübüvveti, Mekke ve Medine dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu dönemlerin İslam kültür ve geleneği açısından önemli bir yeri vardır. Zira Mekke dönemi, inanç, ahlak, sosyal ve kültürel değerleriyle, ayrı dünyaların insanı olan cahiliye Araplarının, inanç ve değerler yönünden yeniden ele almakla geçmiştir. Medine dönemi ise, Mekke döneminde yetişen yeni insan tipinin, inanç ve düşünce sisteminin pratik hayata geçtiği dönemdir. Bunların muhtevası ise, daha çok muamelât olarak bilinen, hukuk, iktisat gibi konularla birlikte namaz, oruç, zekât gibi ibadetle ilgili konuları teşkil ediyordu. Nitekim Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan ve zaman zaman fetret dönemleri geçiren tevhid inancı, en son ve kamil hâliyle yeniden şekillenmiştir. Bu yeni din, geçmişe ait her türlü yanlış ve batıl düşünceleri geride bırakarak kendi kültürünü de oluşturmuştur. Bu kültürün odak noktasını hiç şüphesiz “tevhid” düşüncesi teşkil etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, tevhid düşüncesine ve İbrahimî geleneğe aykırı bulunmayan âdetleri kabul ederken, insanlığın fıtratına ve tevhide ters düşen âdetleri tamamen kaldırmaya yönelik çaba içinde olmuştur. Bu düşünceler çerçevesinde İslam kültür ve geleneğinin temelini teşkil eden İslami ilimler, birer disiplin hâline gelmiş, özellikle “hadis, fıkıh ve kelâm ilmi” Müslümanlara bu konuda en temel referans olmuştur. Toplumun yazılı ve uygulamalı kültüründe var olan iyi âdetler devam ettirilip, kötü gelenekler terk edilmelidir. Müslüman toplumunun kültür mirasının başında ise ibadetler, aile değerlerine bağlılık, insan haklarına saygı, içki, uyuşturucu ve fuhuştan uzaklaşma gelmektedir. O hâlde bizlere miras olarak intikal eden bu güzel geleneklerimizi, samimi niyet ile ibadet hâline çevirmeli, ibadetlerimizi (şuursuz yaparak) âdet hâline getirmemeliyiz. Mesela gelenek olarak kutlanan mevlid, düğün ve sünnet merasimleri dinin ruhuna uygun olarak icra edildiğinde, bu gelenekler aynı zamanda bir ibadet hükmüne geçmektedir. Böylece toplumun kültürü ve geleneği hakiki milletine/dinine dayanırsa, o âdet ve gelenekler ibadet hâline dönüşebilmektedir. fiu hâlde toplumdaki var olan örf, âdet ve geleneklerin, milletimizin öz benliğine uygun olup olmadığına iyi bakılmalıdır.