Makale

Gelenek: Pranga mı, sınır mı?

Gelenek:
Pranga mı, sınır mı?

Doç. Dr. Aliye Çınar
Karamanoğlu Mehmetbey Üniv. Sosyoloji Bölümü

Gelenek denildiğinde din; dinden söz edildiğinde de gelenek akıllara geliverir. Bu iki kelimenin ardında “ahlak” haritası belirmeye başlar. Bu üçgen bazen bir özgürlük deltası bazen de bir abluka olarak görülür. fiüphesiz aynı kalenin pranga ya da özgürlük olarak algılanışının farklı gerekçeleri ve nedenleri vardır. Özgürlükten önce geleneğin kimlik teşekkülünde bir sınır işlevi gördüğünün unutulmaması gerekir. Acaba gelenek ne zaman bir sınır, dolayısıyla özgürlük; ne zaman gelişmenin önündeki bir zincir olarak telakki edilir?

Bu soruyu cevaplamaya geçmeden önce geleneğin ne olduğunu belirtmeliyiz. Gelenek, geçmişten günümüze nakledilen, intikal ettirilen ya da miras bırakılan herhangi bir şeydir. Tevarüs edilen şey, kültürel bir yapıdır. İster fiziki, isterse de manevi bir şey olsun, gelenekle bir ‘öğreti’ ya da ‘bilgi’ kast edilmektedir. Öte yandan kültür de, bir geleneği ön varsayan öğreti ve irfana dayanır. Dolayısıyla gelenek kavramı, bilim, sanat ve edebiyat, eğitim, hukuk, politika ve din dâhil olmak üzere bütün kültür sahalarıyla ilgilidir.

İnsanı sadece biyolojik varlık olarak tanımlamanın bir boyut kaybı olduğunu kabul edersek, onun kendi tensel ve duyusal sınırlarının ötesine aşabilmesi, işlenip eğitilebilmesi, kültürlenmesi için geleneğin önemi kendiliğinden açığa çıkmaktadır. İnsan, gelenek ve kültür sayesinde, anlam ve değer üreten bir varlık olur. Böylece de biyolojik prangalarını kırmak için gelenek önemli bir basamak işlevi görür. Ancak geleneğin basamak ve köprü oluşu, yeni açılımlara pencere aralamak için algılanmazsa, gelenek bir abluka oluşturmaya başlar. Mesela bilgisayar donanımının hızla ivme kazandığı günümüzde, daktiloya saplanıp kalmak ilerleme ve özgürlük değil; bilakis takıntı olarak bir gerileme nedeni olabilir. Oysa bilgisayarın özellikle yazı programı ilk taslağını daktiloya borçludur.

Somut bir örnek olması bakımından verdiğimiz bu yazı geleneğinin (daha basitinden daha komplikesine) evrilişi, kültürel yapının gelişimi için de oldukça önemlidir. fiu hâlde diyebiliriz ki, gelenek ya da geleneksel kavramı, bir toplumda farkları olmakla birlikte, birkaç nesil ya da daha fazla bir sürede, şu ya da bu ortak payda altındaki kültür örüntülerindeki, aynı davranış yapı formlarını ve inanç modellerindeki ortalama tekrarı açıklamak için kullanılır. Ancak bu tekrar tıpkı bir hamur gibi bazen geçmişten aynı dokuları alırken; bazen de değişime uğramaya oldukça elverişlidir. Böylece de insanın doğumundan itibaren boş beyaz bir sayfa üzerinde varlık sahnesinde belirmediğini söyleyebiliriz.

Gelenek, kişinin hayatı boyunca, ne kadar sapkın olursa olsun, kendi bireysel eylemleriyle geliştirebileceğinden oldukça geniş ve ayrıntılı bir davranışlar toplamıdır. Hiç kimse dünyaya eski gözlerle bakmaz. Ancak kişi geleneklerin, kurumların ve düşünme tarzının belirli bir düzeneğiyle denetlenen bir biçimde dünyayı görür. Doğumdan itibaren, içinde doğulan gelenekler kişinin deneyim ve davranışlarını biçimlendirir. Demek ki, insanoğlu, dünyaya hazır bulduğu materyali ve birikimi anlayacak ve bunun üzerine gücü ölçüsünde yeni şeyler koyabilecek kültürel donanımla gelmektedir. Söz konusu toplumsal ve kültürel kategorilerle donanımlı olması sayesinde insan, hayatı kavramada ve kültürü üretmede her defasında sıfır noktadan başlama talihsizliğinden kurtulmuş olur.

Tıpkı bir şehrin eski ve yeni binalardan oluşturulması gibi, insan varlıkları da, bazıları eski bazıları da daha yeni olmak üzere modeller oluşturur ve inançlar kabul ederler. Nasıl ki, bir şehrin binalarının durumu, büyüklüğü ve şekli tasvir edilirken devir veya dönemler çıkarılabilir ya da yok sayılabilirse, aynı şekilde kişiyi tasvir ederken de, sadece onu mevcut durum ve zamanda ele almak mümkündür. Ancak, binaların yaşı ve bireylerin eylem ve inanç ögelerinin geçmişi, görmezden gelinerek atlanırsa, her iki durumdaki açıklama da sathi kalacaktır.

Çünkü şimdi, geçmişin bir ön planıdır. Geçmiş de, şimdinin arka planıdır. fiimdinin, geçmişten ayırt edilebilmesi için belirli temel hususlarda ona benzemesi gerekir. Geleneğin tarihsel önemi, her dönemi bir anlamda kendinden önceki dönemin bir devamı ya da gelişmiş şekli kılar.

İnsan kendinde mevcut olan potansiyel güçleri gelenekte bulduğu materyallerle aktüel hâle getirebilir. Mesela ilk insanın cennetten kovulmasından itibaren insan, potansiyellerini gerçekleştirmeyle karşı karşıya kalmıştır. Söz konusu potansiyellerin aktüelleştirilmesi geleneğin özümsenmesini gerektirmiştir. Bir başka ifadeyle insanın doğru olmakla birlikte yetersiz olan kültürü özümsemesi gerekmiştir. ‘Kültür’ terimi geçmişte keşfedilen inançları ve modelleri içerir. Zira kültür sadece insanın kendi çağdaşlarınca değil, aynı zamanda onun atalarınca da şekillendirilir. Etimolojik olarak kültür, ekip biçmek anlamına geldiğinden, kültür ve gelenek, yenilikleri ve ümitleri ve üretimi ima eder.

Bir kültürün bileşenlerinin her birinin öncüleri vardır. Sonraki nesiller âdeta ayak izini takip edip geliştirirler. Bir kar yığını üzerinden hedefe varmak isteyen kişi, daha önce yürünmüş ayak izlerini takip ettiğinde, oraya ulaşması hem kolay hem de güvenlidir. Bu, bir yandan zaman; öte yandan da enerji tasarrufudur. Ancak ilk yola çıkılan yerden itibaren hedefe yaklaşıldığında kar eridiyse veya erimekteyse, hâlâ ayak izlerini bulmaya çalışmak körlük doğurur. Bu durumda önceki izler kolaylık yerine zorluk teşkil eder. Çünkü gelenek ufuk verir. Eğer pranga teşkil ediyorsa, gelenek saplantı odağı olmaya başlamış demektir. Amacı ufuk vermekten ziyade, ufuk daralmasına sebep olan gelenek, taklit işlevi görmeye başlar. Oysa gelenek, basamak ve model fonksiyonuna haizdir.

Bir Kızılderili atasözü bu durumu şöyle dile getirir: “Başlangıçta Tanrı, her kavme kilden bir bardak verdi, bu bardaktan onlar kendi hayatlarını içtiler.” İşte geleneğin ana maddesinin kilden oluşu önemlidir. Zira önceki şekil, bir başka biçime dönüşebilir. O değişemez ve kırılgan bir maddeden yapılmamıştır. Esasında bununla, insanların gelenek sayesinde muhayyilelerini geliştirip kendilerini bu basamak sayesinde aşacağı kast edilmektedir. Dinin ve ahlakın evrensel yasaları değişmezken, alışkanlık ve yaşantıyla ilgili olan tarihsel boyutun değişebileceğinin iması budur. Hatta dinin ve geleneğin, ahlakın garantörü olduğunu düşünürsek, köken itibariyle ahlak yaratma kelimesiyle aynı kökten geldiğine göre, din ve gelenek de yaratıcılığı tetikleyen zeminlerdir. Çoğu kişinin evrensel yasalar yerine, geleneksel boyutu sabitlemesi ve fanatizm üretmesi, geleneğin ufuk olmaktan çıkıp, pranga işlevini teslim almasıyla ilgilidir.

Geleneğin dondurulması kadar onun iptal edilmesi de bir başka açmazın kapısını aralar. Kültürel yapı da tıpkı bir insana benzer. (Din-Kültür ve Gelenek ilişkisi hakkında geniş bilgi için, Sosyolojik ve Antropolojik Açıdan Dine Bakış isimli kitabımıza bakılabilir.) Dolayısıyla sınırsız kimlik olamayacağı gibi, sınırları kendinde bulamayan şüphesiz dışarıda bulmak durumunda kalacaktır/kaldırılacaktır. Böylece gelenek, bir toplulukta sınır işlevini icra eder. Bir insanın sınırlarının bulamaması deliliğin eşiğiyse, bir topluluğun geleneğinin olmaması da kaosun habercisidir. Topluluğun geçmiş hafızası olmadan geleceğe güvenle bakması düşünülemez. Köksüz bir ağacın, gürbüz dal ve budağından söz etmek mümkün değildir.