Makale

ALLAH RESULÜ’NÜN GÖLGESİ: ABDULLAH B. ÖMER

ALLAH RESULÜ’NÜN GÖLGESİ:
ABDULLAH B. ÖMER
Doç. Dr. Yaşar AKASLAN
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İslam’ın Mekke döneminde Allah Resulü’nün yanı başından ayrılmak istemeyen küçük bir çocuk vardı. Hz. Peygamber’i (s.a.s.) çok seven bu çocuk, sürekli peygamber sohbetinde bulunmak için çırpınırdı. Yine bir gün Resulüllah ile aynı ortamı teneffüs etmek üzere kolladığı fırsatı buldu. Peygamber Efendimiz, Mekke’nin ileri gelen zevatından bir grupla sohbet ediyordu. Bu esnada peygamber aşığı çocuk da hemen sağ yanında bulunduğu Resul-i Ekrem’in sözlerini hayran hayran dinliyordu. Bir ara Allah Resulü misafirlerinin susadıklarını düşünmüş olmalı ki kalkıp onlara su ikram etmek istedi. Suyu bardağa döktü; yanındaki çocuğa dönerek şöyle buyurdu: “Aslında sağımda bulunman hasebiyle bardağı ilk sana vermem gerek. Ancak müsaade edersen önce misafirlerimize ikram edeyim. Olur mu?” Çocuğun, “Bu mümkün değil ey Allah’ın Resulü! Sizin elinizden su içmek belki bir daha bana kısmet olmaz. O yüzden nasibim olan bu ikramınızı kimseyle paylaşamam.” şeklindeki cevabı üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek su dağıtmaya bu çocuktan başladı (Buhârî, Eşribe, 19).

Çocuğun gönül dünyasında peygamber sevgisi Medine’ye hicretten sonra da her geçen gün artarak devam etti. Resulüllah’tan bir an bile uzak kalmamak, onun civarında bulunabilmek için Mescid-i Nebevi’de zaman geçirir olmuştu. Suffe faaliyete geçince de yaşam alanı olarak baba evinden çok suffeyi tercih etti. Ne zaman evinin önünden geçse gözlerini kapatırdı. Öyle farklı duygularla doluydu ki görüp özlem duyacağı endişesiyle evine doğru başını çevirip bakmak istemezdi. Hasret duygusu baskın gelip de suffeyi terk etme korkusuyla evine hiç bakamazdı. Bu samimiyetini ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) olan muhabbetini Allah dua kabul etmiş olmalı ki öz ablası Hz. Hafsa (r. anhâ) ile Resul-i Ekrem evlendiğinde sevinçten havalara uçtu. Artık hane-i saadete hiçbir gerekçe sunmaksızın kolayca girip çıkabilecekti. Her görmek istediğinde Allah Resulü’nü ziyaret edebilecek, daha da yakından tanıma fırsatı bulabilecek, onun mübarek sohbetinden doyasıya beslenebilecekti. Öyle de oldu. Ablası vesilesiyle evine daha kolay girebildiği Resulüllah’tan ziyadesiyle feyizlendi. Bu çerçevede Peygamber Efendimiz’den sadır olan söz ve davranışlara muttali olamayanlara hadis-i şeriflerin nakledilmesinde çok önemli rol oynadı.

Kayınbiraderi olması itibarıyla Allah Resulü’nün yakın çevresinde yetişme imkânını elde eden ve peygamber terbiyesi alan bu çocuğun adı Abdullah b. Ömer’dir (r.a.) . Babası Hz. Ömer (r.a.), annesi Zeynep bint Maz‘ûn’dur (r. anhâ). Nübüvvetin üçüncü yılında Mekke’de doğan Abdullah b. Ömer, henüz buluğa ermeden İslam ile şereflendi. Babası Hz. Ömer’in ve ablası Hz. Hafsa’nın Resul-i Ekrem’e olan yakınlığı sebebiyle vahiy çevresinde büyüdü.

Bedir Savaşı’nda henüz 13 yaşında bir çocuk olan Abdullah, fark edilmeyeceği düşüncesiyle savaş hazırlıklarını tamamlamış olan İslam ordusuna karıştı. Ancak Resulüllah yaşının küçük olması sebebiyle cihat aşkıyla yanıp tutuşan Abdullah’ı askerler arasından çıkararak Medine’de kalması için ikna etti. Uhud Savaşı’nda 14 yaşında olduğu için Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından yine kendisine izin verilmeyen Abdullah’ın, nihayet 15 yaşında bir delikanlı olduğunda Hendek Savaşı’na katılmasına müsaade edildi.

İbn Ömer (r.a.), Allah Resulü’nün sünnetine ittiba hususunda ashabın en hassas kişisi olarak şöhret buldu. Sebebini ve hikmetini merak etmeksizin Hz. Peygamber’in işlediği tüm fiilleri yerine getirmeye çalışırdı. İbn Ömer’in peygamber sevdasını Hz. Âişe (r. anhâ) şu şekilde dile getirir: “Allah Resulü’nü, Abdullah kadar adım adım takip eden birisini ben daha görmedim.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, 205) Anlaşıldığı üzere o, Peygamber Efendimiz’i her konuda taklit eden bir tavır içindeydi. Resulüllah gibi konuşmaya çalışır, onun gibi güler, sevinir, üzülürdü. Yürüyüşünü, yiyip içmesini, giyinmesini Hz. Peygamber’e benzetirdi. Bu bağlılık hususunda o kadar ileri gitmişti ki Resul-i Ekrem’in vefatından sonra yolunu onun geçtiği güzergâha düşürür, onun adım attığı yollardan yürürdü. Geçtiği sokaklarda gözyaşlarıyla hatıralarını yâd ederdi. Allah Resulü’nün gölgelendiği ağaçların altında dinlenir, kurumaması için peygamber görmüş ağaçları sulardı.

İbn Ömer (r.a.), ömrü boyunca Allah Resulü’nün her bir sözünü emir telakki etmiştir. Örneğin Mescid-i Nebevi’ye gelen kadınların sayısı artınca Hz. Peygamber (s.a.s.), “Şu kapıyı kadınlar için ayırsak!” buyurmuş ve işaret ettiği kapı o günden sonra kadınlara tahsis edilmiştir. İbn Ömer, mescitte kimse olmasa, oradan geçen bir kadın yoksa dahi Resulüllah’ın o sözüne istinaden kadınlar kapısını ölünceye kadar hiç kullanmamış, o kapının önünden bile geçmemiştir (ez-Zehebî, Siyer, 3:213). Bu bağlamda oğlu Bilal ile arasında yaşanan şu hadise onun Peygamber Efendimizin sözünü nasıl buyruk kabul ettiğini açıkça gözler önüne sermektedir: Bilal’in eşi bir gün, kayınpederi İbn Ömer’in yanına gelerek Bilal’in çok iyi bir insan olmasına rağmen fazla kıskanç olduğu, bu yüzden namaz kılmak üzere mescide gitmesi için kendisine izin vermediği konusunda eşini şikâyet etmiştir. Bunun üzerine İbn Ömer (r.a.), derhal yanına çağırdığı oğlu Bilal’e şu cümleleri sarf etmiştir: “Bak evladım! Biz, bir ara kadınlarımızın mescide gitmesine müsaade etmeyince Resulüllah, Allah’ın hanım kullarını asla mescitlerden alıkoymamamız hususunda bizi uyarmıştı (Ebû Dâvûd, Salât, 135). Sen de eşine bu konuda mani olma!” Bilal’in verdiği “Ama babacığım!” şeklindeki karşılığına öfkelenen İbn Ömer tepkisini şu ifadelerle dile getirmişti: “Bak evladım! Ben sana Allah Resulü’nün söylediği sözü naklediyorum. Sen kalkmış bana ‘ama’ diyerek mukabelede bulunuyorsun. Resulüllah’ın buyruğuna ‘ama’ şeklinde karşılık veren biri benim oğlum olamaz.” İbn Ömer, o günden sonra oğlu Bilal’in yüzüne bakmamış, onunla konuşmamıştır (İbn Abdülberr, Câmi‘u’l-beyân, 1209).

İnfak etme hususunda oldukça hassas olan İbn Ömer (r.a.), hoşuna giden ne varsa derhal onu infak ederdi. Öyle ki en meşhur öğrencisi olan Nâfi‘ bu konuda şu ifadeleri dile getirir: “Biz, onun bir şeyden çok hoşlanmasını asla istemezdik. Zira neyi sevse derhal infak ederdi.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 4:156) Sahabenin sayılı zenginleri arasında olmasına rağmen servetini, birikmesine fırsat vermeden ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Cömertliği, ikram etmeyi seven yapısıyla fakir, yetim ve kimsesizler ile yakından ilgilenir, sofrasında daima bir yetim ya da fakir bulundururdu (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, 206).

Zekâsı ve gözlem kabiliyeti sayesinde küçük yaşlarından itibaren gerek Allah Resulü’nden gerekse birlikte kaldığı ashab-ı kiramın büyüklerinden feyizlenmiştir. Bu yönüyle sahabenin önemli âlimleri arasında parmakla gösterildi ve başvuru kaynağı olarak kendisinden istifade edilmiştir. En çok fetva veren yedi sahabiden biri olan ve 60 yıl boyunca fetva veren İbn Ömer, emin olmadığı mevzularda konuşmaktan son derece sakınmıştır. Bir keresinde tereddüt ettiği bir hususta “Ben bu meseleyi bilmiyorum.” demesine rağmen kendisinden ısrarla fetva isteyen bir şahsa şu sözlerle çıkışmıştır: “İbn Ömer böyle fetva verdi diyerek sırtımızın cehennem köprüsü hâline getirilmesini mi istiyorsun?” (İbn Hacer, el-İsâbe, 4:160)

Resulüllah’ın ahkâma dair sözlerini en fazla nakleden râvî olması özelliğiyle şöhret bulan İbn Ömer (r.a.), hadis-i şerifleri muhtemel yanılgıları azaltmak, unutmadan kaynaklı hataları bertaraf etmek maksadıyla yazıya aktarırdı. Allah Resulü’nden işittiği sözleri naklederken her bir harfi dikkatlice seslendirir, tane tane konuşurdu. Aynı anlamda olsa dahi Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kullandığının dışında hiçbir kelimeyi telaffuz etmezdi. Gerekmediği müddetçe hadis nakletmezdi. “Muksirûn” diye anılan yedi sahabi arasında ikinci sırada yer alan İbn Ömer, terbiyesinde yetiştiği Resulüllah’tan 2630 hadis nakletti (ez-Zehebî, Siyer, 3:238).

Yakınlığının avantajından ziyadesiyle istifade ettiği Hz. Peygamber zaman zaman sadece ona hitaben tavsiyelerde bulunurdu. Bunlardan biri omzundan tutarak söylediği şu sözlerdir: “Ey Abdullah! Dünyada kendini garip bir yolcu kabul et! Kendini kabirdekilerden biri say! Ey Ömer’in oğlu! Ahirette ne dinar ne de dirhem vardır. Orada yalnızca iyilik ve kötülüğün karşılığı vardır. O gün, elbisesini gururla çeken kimselerin yüzüne Allah bakmaz.” (Buhârî, Rikâk, 3), “Sabahın işini akşama; akşamınkini de sabaha bırakma! Sağlıklıyken hastalığın için hazırlık yap! Yaşadığın sürece ölüm sonrası için çalış! Çünkü Abdullah, yarın öyle bir an gelecek ki adını dahi hatırlayamayacaksın!” (Tirmizî, Zühd, 19)

Son nefesine kadar ilimle meşgul olduğu uzun ve bereketli bir ömür yaşayan İbn Ömer, hicretin 73. yılında bir suikast sonucunda şehit edilmiştir. Bu suikast, adalet adına halkın gözü önünde cesurca yaptığı ikazlarıyla öfkelendirdiği dönemin valisi Haccâc b. Yusuf tarafından tasarlanmıştır. Buna göre hac esnasında, silah taşımanın yasak olduğu Mina’da yaşanan izdihamda, Haccâc’ın muhafızının ucu zehirli olan hançerini ya da mızrağını ayağına düşürdüğü (!) Abdullah b. Ömer (r.a.) ağır yaralanmış, bir süre sonra da rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur. Naaşı, Zû Tuvâ civarındaki “Fah” denilen bölgede muhacirlerin bulunduğu kabristana defnedilmiştir (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 4:175).