Makale

İZ BIRAKAN BİR MUALLİM: ABDULLAH MAHİR İZ

İZ BIRAKAN BİR MUALLİM:
ABDULLAH MAHİR İZ

Asrımızın yetiştirdiği, tasavvuf, edebiyat ve felsefe alanlarında ihtisaslaşmış Mahir İz’i Prof. Dr. Mahmut Kaya’ya sorduk…

Eğitimci, şair ve yazar olan Abdullah Mahir İz; ülkemizde siyasi, ilmî, fikrî ve sosyal yönden pek çok değişikliğin olduğu dönemlere şahitlik etmiştir. Onun yaşadığı dönemi kısaca anlatır mısınız?

Tanzimat Dönemi’ne gelinceye kadar bizim eğitim ve öğretim hayatımızın merkezinde hep medrese ve müderris vardı. Medresenin eğitim dili Arapça, öğretim ise büyük ölçüde din ve dinî ilimlerdi. Değişip gelişen ihtiyaçlar karşısında Osmanlı Devleti Tanzimat’la birlikte yeni mektepler açtı. Bu tarihten itibaren eğitim hayatımızda iki ayrı sistem yürümeye başlamıştı. Artık medrese ve müderrisin yanında bir de mektep ve muallim vardır. Talebelerin aile yapısı dikkate alındığında genellikle zengin ve şehirlilerin mektebi, fakir ve köylü çocuklarının medreseyi tercih ettikleri görülür. Mektep mezunları her alanda memur ve amir olurken medreseliler imam, vaiz, müftü, kadı ve müderris olabiliyorlardı. Giderek gelişip serpilen muallimlerin, her alanda yetiştirdikleri kadrolar ülkemizin geleceğini belirlemede büyük rol üstlenmişlerdir. Bir başka söyleyişle bu mekteplerin kurulduğu tarihten itibaren 1938’de Köy Enstitülerinin açılışına kadar geçen sürede Türk maarifi büyük ölçüde muallimlerin elinde şekillenmiştir. Özellikle İkinci Meşrutiyet’ten sonra her türlü fikrin harmanlandığı mekteplerden yetişenler, Türk dilinin gelişip ilim, sanat ve felsefe dili olması yolunda büyük katkılarda bulunmuşlardır.

Ömrünü kitaba ve eğitime adayan Mahir İz’le tanışma hikâyenizden bahseder misiniz?

Yıl 1962, Şehzadebaşı Camii’nin hünkâr mahfili altında ders okutuyorum. Dinî ilimler tahsil etmek için Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden İstanbul’a gelen ve Kur’an kurslarında barınan köylü gençlerle, Hanefî fıkhına dair “Merâkı’l-Felâh” isimli bir metni takip ediyoruz. Daha sonra camiye gelen bir zat öğle namazını edip bizi dinlemeye başlamıştı. O zat oturduğu yerden “Evladım, rica etsem dersi benim için kısaca tekrarlar mısın?” dedi. Zât-ı âlinizin huzurunda teeddüp ederim efendim, dedim. “Evladım, maziyi yâd etmek istiyorum.” deyince ben dersi özet olarak geçtim. Bunun üzerine kalkıp yanımıza gelerek bana sarılıp öptü ve “Sen kimsin, necisin, menşein, mahrecin nedir?” dedi. Ben kendimi tanıttım, hocalarımdan söz ettim. O zat, “Peki gayeniz nedir, ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. “İslami ilimleri tahsil ediyoruz, dinimizi kaynak eserlerden öğrenmek istiyoruz. Şimdilik bunun dışında bir gayemiz yoktur.” dedim. “Olmaz, bu milletin sizlerden istifade etmesi lazım. Herhangi bir okuldan diplomanız var mı?” deyince ben arkadaşlardan çoğunun ilkokul mezunu bile olmadığını söyledim. “Haaa şimdi önemli bir mesele zuhur etti. Evladım ben İstanbul İmam-Hatip Okulu müdürüyüm, adım Mahir İz. Sizin gibi dışarıdan kendini yetiştirenlerin diploma alması için bizim bir kurs açmamız gerekiyor. İlim Yayma Cemiyeti ile bu konuyu görüşeceğim. Bana arkadaşlarınızın isim listesini getirin, yarın okulda sizi bekliyorum.” dedi. Ertesi gün elliye yakın arkadaşın isim listesini Mahir Bey’e götürdüm; kısa sürede karar alındı ve Vefa’daki ilk imam-hatip okulunun terk ettiği binada “tekâmül kursu” adıyla iki derslikten oluşan bir kurs açıldı. Burada sadece yabancı dil, fizik, kimya ve biyoloji dersleri verilmekteydi. Devam eden talebeler okul dışından sınavlara girerek ortaokul diploması aldı, bir kısmı lise veya akşam lisesinde eğitim gördükten sonra çeşitli fakülteleri bitirip hayata atıldılar. Bu arkadaşların önemli kısmı Diyanet İşleri Başkanlığının çeşitli kademelerinde görev alırken bazıları akademik hayata intisap ederek kendi alanlarında gerçekten başarılı oldular. Doğrusu, Muallim Mahir İz Bey gibi gayret-i diniyye ve hamiyyet-i milliyye sahibi yüksek bir şahsiyetle karşılaşmamız, kaderin bir cilvesi ve ilahi bir lütuf olmakla birlikte, bizlerin ufkunu aydınlatan, hizmet ve ikbal kapılarını açan, ayrıca hafızamızdan silinmeyen mutlu bir olaydır. Geçmişe dönüp baktığımda şayet o günkü hüsn-i tesadüf olmasaydı ben ne olurdum, diyorum. Sonraki yıllarda ise Mahir Bey’i daha yakından tanıma ve sohbetlerine katılma fırsatını elde etmiş, onun sohbet talebelerinden olmuştum.

Tahsilinin önemli bir kısmını Osmanlı’nın son dönemlerinde yapan Mahir Hoca, kendisini tanıyan her insanda güzel izler bırakmış biriydi. Buradan yola çıkarak sizdeki tesirleri nelerdi, biraz bahseder misiniz?

Kadim İstanbul kültüründe adabımuaşeretin, nezaket ve zarafetin bütün inceliklerini onun tavrında ve konuşma üslubunda görebilirdiniz. Ben hocamızın hiçkimse hakkında incitici bir ifade kullandığına şahit olmadım. Mahir Bey, mektebin haricinde hususi bir hocanın eğitimiyle yetişmiş, Arapça ve Farsçaya tam hâkim, Osmanlı’nın son dönem ulema, üdeba, şuara ve tasavvuf erbabını yakından tanımış, sohbetlerinde bulunmuş, önemli bir kısmıyla yakın dostluklar kurmuş bir şahsiyetti. Ben, kendisini, çok zengin bir kültüre sahip, hem şair hem de o gür sesiyle çok güzel şiir okuyan, Türkçe, Farsça ve Arapça şiir mahfuzatı gayet zengin bir zat olarak tanıdım. Mahir Hoca, sohbet kültürü konusunda emsaline az rastlanan bir kaynaktı. Kendisi en az iki yüzyıla ait yakın siyasi, sosyal ve kültürel tarihin canlı bir mümessili olarak bütün samimiyetiyle ve babacan tavrıyla görüp bildiklerini, o güzel İstanbul Türkçesiyle bizlere naklederken aynı zamanda önümüze farklı ufuklar açmaktaydı.

“Hayatımda mümkün olduğu kadar bir şeye dikkat ettim. Bütün hissî hareketlerimde dahi başkasının maddi, manevi hakkının rencide olmamasını hayat prensibi olarak kabul ve tatbik ettim.” der Mahir Hoca. O, “hak” kavramını hayatına nasıl tatbik etmişti?

Mahir Bey, Allah’ın güzel isimlerinden biri “el-Hak” olduğu için her Müslüman’ın hakperest olması ve daima hakkın ve haklının yanında yer alması gerektiğini vurgulardı. Sanırım bu konudaki hassasiyeti, hak kavramını bayraklaştıran hocası Mehmet Akif ve dostu Fuat Şemsi beylerden mülhemdi. Akif, Safahât’ında: “Çiğnerim çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım” ve “Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam” mısralarıyla tavrını ortaya koyarken, Fuad Şemsi Bey’in şiirlerinde âdeta ana tema “hak”tır. Bu konuda Mahir Hoca, Arapça şu cümleyi sıkça tekrarlardı: “Takdîmu hukûkı’l-ibâd ala hukûkıllah” yani kulların hakkını gözetmek Allah’ın hakkından önce gelir. Bu konuyla ilgili olarak burada bir hususa değinmek isterim. Boğaz’da Arnavutköy Tevfikiye Camii’nin bahçesinde yapılan mutat cumartesi toplantılarından birinde Mahir Hoca’ya: -“Seyyid Kutub’un Türkçeye tercüme edilen Fî Zılâli’l-Kur’ân adlı tefsirine sizden istenen takdim yazısını koymamışlar, sebebini size açıkladılar mı?” diye soran arkadaşımıza Hoca: “Beğenmemişler evladım.” dedi ve devam etti “Ben o yazıda görüşlerimi serdettim; bu eserin kadim tefsirlerden çok farklı olduğunu, bunun tefsirden ziyade sosyoloji ağırlıklı bir eser olduğuna dair kanaatimi belirttim, onlar da beğenmedikleri için yer vermemişler.” deyince ben el kaldırmıştım. Hoca, “Buyur Mahmûdü’l-kemâl” deyince ben, “Efendim, biz hocalarımızdan Celâleyn tefsirini okuduk, Kur’an’la tanışamadık. Kâzî Beyzâvî’nin Envâru’t-tenzîl’ini okuduk, yine Kur’an’la tanışamadık. Bu eserlerde ağırlıklı olarak gramer ve belagate dair geniş tahlillere yer verilirken asıl mesaj geri planda kalıyor ve maksat hâsıl olmuyor. Şahsen benim Kur’an’la tanışmam sosyal bir tefsir olan Fî Zılâli’l-Kur’ân’la gerçekleşti.” dedim. Hoca, “Haaa, şimdi mesele anlaşıldı, ben hiç o zaviyeden bakmamıştım, Mahmûdü’l-kemâl haklıdır.” dedi. Burada belirtmek istediğim husus, Hocamızın hiçbir komplekse kapılmadan, talebesi konumundaki birinin farklı görüşüne hak vermesi, onun ne derece hakperest olduğunun bariz bir göstergesi olduğu gerçeğidir. Yine o, dürüstlük kavramı üzerinde de önemle durur ve “Oğlum, Müslüman, tek kelime ile dürüst adamdır.” derken âdeta kükrer, heyecanlanırdı ve devam ederdi, “Biz Müslümanı ya camide ya Arafat’ta ararız. Bu doğru bir ölçü değil. Her şeyden önce Müslüman; özünde, sözünde, iş ve davranışında dürüst olandır. Dolayısıyla bir kimsenin şahsi ibadeti bizi ilgilendirmez. O, Allah ile kendi arasında bir iştir, onun hesabını ancak Allah sorar.”

Mahir İz Kimdir?

28 Ocak 1895’te İstanbul’da doğdu. Babası Külâhîzâdeler diye anılan bir ilmiye ailesinden, Medine ve Ankara kadılıklarında bulunmuş Seyyid İsmâil Abdülhalim Efendi, annesi de kadı ve şeyhülislamlar yetiştirmiş bir aileden gelen Râife Hanım’dır. Tahsiline babasının kadılıkla görevli bulunduğu Midilli’de başladı; Balıkesir İdadisinin ilk kısmında okudu. Burada, Saraybosnalı müderris Mahmud Necî Efendi’den özel dersler aldı. Babasının tayin edildiği İstanbul, Isparta ve Medine’de rüştiyeye devam etti. Medine’de Arapçasını ilerletti. İstanbul’a döndükten sonra iki yıl Vefa İdadisinde öğrenim gördü. 1916 yılında babasının kadı olarak gittiği Ankara’da Sultani’den mezun oldu. Aynı okulun ilk kısmında Türkçe muallimliğiyle elli dokuz yıl sürecek olan öğretmenlik hayatına başladı. Bir yandan hocalık yaparken bir yandan da Büyük Millet Meclisinde zabıt kâtibi, zabıt mümeyyizi ve ikinci grup şefi sıfatıyla dört yıl görev yaptı. Ankara’nın hükümet merkezi olacağının anlaşılması üzerine meclisteki görevinden ayrıldı ve Sultanselim’deki imam-hatip mektebinin tarih hocalığına tayin edildi. Kadıköy Orta Mektebi, Fransız Saint Jean D’Arc Okulu, Halıcıoğlu ve Kuleli askerî liseleri, Üsküdar Paşakapı ve Davutpaşa orta mekteplerindeki hocalığını sürdürürken edebiyat fakültesinin derslerini bitirdi. Fakat tezini tamamlayamadan Edremit Orta Mektebi müdürlüğüne tayin edildi. 1936’da Beykoz Orta Mektebi Türkçe öğretmenliğiyle İstanbul’a dönünce tezini tamamlayıp 1938 yılında fakülteden mezun oldu ve Nişantaşı Erkek Orta Mektebi müdürlüğüne getirildi.

Mahir İz’in öğretmenlik hayatının son devrelerinden biri, Haydarpaşa Lisesindeki edebiyat öğretmenliğiyle İstanbul İmam-Hatip Mektebi müdürlüğü (1958-1959) oldu. Çamlıca Kız Lisesi edebiyat öğretmeni iken emekliye ayrılan Mahir İz (Ocak 1960), İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde İslam Edebiyat Tarihi hocalığı ile yeniden mesleğine döndü. Burada tasavvuf tarihi, hitabet ve irşad derslerini de okuttu. 1960 ihtilalinden sonra Kur’an-ı Kerim’in Latin harfleriyle basılması konusunda danışılmak üzere davet edildiği Ankara’daki bir toplantıda bunun yanlış olduğunu söyleyerek çalışmadan vazgeçilmesini sağladı. Aynı yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlatılan Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı adlı eserin redaksiyon heyetine başkanlık yaptı. 9 Temmuz 1974’te vefat eden Mahir İz’in cenazesi 11 Temmuz’da Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedildi.