Makale

KUR’AN-I KERİM’İN BELAGAT MUCİZESİ

KUR’AN-I KERİM’İN BELAGAT MUCİZESİ

Tuğrul OKAY

İslam öncesi Araplarda şairler önemli bir sosyal statüye sahipti. Şairler yılın belli zamanlarında bir araya gelir, kalabalıkların önünde şiirlerini okur, birbiriyle yarışırlardı. Kabile hayatında sadece şair olmak değil şiir bilmek de seçkin bir davranıştı. Kıssa anlatıcıları da sözlerini tesirli kılmak amacıyla şiiri kullanırdı. Öyle ki Arap edebiyatının öncülerinden Cahız (ö. 869) şiir sanatının Araplarca ne kadar değer gördüğünü anlatırken hızını alamayarak Arapçadan başka bir dille şiir söylemenin imkânsız olduğunu bile iddia edecektir.

Arap edebiyatının başköşesinde şair oturur. Şairin metafizik âlemle irtibatı etimolojik açıdan kendini doğrulayan bir mahiyet arz eder. Nitekim şair kelimesi, “sezmek” ve “sezişle bilmek” anlamlarına gelen “şi’r” kökünden türemiştir. İslam öncesi çağlarda sezgisel bilginin mümessili kâhinlerdi. Onlar fizikötesi âlemden haberler getirdiklerini iddia ederler, böylece toplumsal pozisyonlarını muhafaza ederlerdi. Ama statülerini eski çağlardan beri şairlerle paylaşmak durumunda kalmışlardı. Çünkü şiire çok önem veren Araplar, şairlerin de kâhinlere benzer yetileri olduğuna inanır, ortaya koydukları olağanüstü sözleri ruhani varlıkların ilhamıyla söylediklerini düşünürlerdi. Tabiatüstü âlemle irtibatı olan, kaçınılmaz şekilde tabiatüstü kuvvetlerle teçhiz edilmiş demekti. Şairler de bu konforlu söylentiyi kabul etmiş hatta bu bağlamda hangi şairin hangi cinden ilham aldığına dair ikiz bir isim listesinin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Arap şairler Ukaz panayırında şiirlerini yarışa sokar, eleştiri meydanına sürer; fesahat ve belagatte dönemin otoritesi sayılan Kureyş kabilesinin önde gelenlerinin beğenisine arz ederdi. Diğerlerinden belagat bakımından önde olan şiirler Kâbe duvarının bir köşesinde asılmaya hak kazanırdı.

Cahiliye şiiri, İslamiyet’ten sonra da önemini yitirmemiş, aksine eski şiirler Kur’an’daki kimi lafızların anlamına ulaşmak maksadıyla müracaat edilen kaynakların başında gelmiştir. Daha çok şifahi kültür ürünü olarak yaşayan cahiliye şiiri, İslamiyet sonrası derlenerek yazıya geçirilmiştir. Fuat Sezgin’in kadim Arap şiirinin büyük bilgini olarak tanımladığı İngiliz oryantalist Charles James Lyall, şifahi yollardan gelen cahiliye şiirinin büyük kısmının hicri birinci yüzyılın ilk yarısında, yani İslamiyet’in ilk görkemli yıllarında derlendiğini söyler. (Mehmet Yalar, Cahiliye Şiirinin Tarihsel Gerçekliği Problemi, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, c. 17, sayı 2, s. 115.)

Ayetlerle gelen hayret dalgası

Kur’an’ın nüzulünden itibaren edebiyat ve şiirin önemli şehri Mekke’de insanlar art arda şaşkınlık dalgası yaşayacaktı. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği ayetlerin biri bitmeden diğeri geliyor, Mekkeliler ümmî bir adamın söylemesine imkân olmayan bu sözler karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlardı.

Hz. Muhammed (s.a.s.), ümmî bir toplum içinde büyüdü. İlmî, fennî, hukuki herhangi bir bilgi ve tecrübesi yoktu. Ama onun dilinden dökülenler hem belagat hem fonetik hem de içerik bakımından Mekke’nin ileri gelenlerini bile hayrete düşürecek cinstendi. Yetim büyüyen, herhangi bir eğitim almayan Peygamber Efendimiz, bir anda o güne kadar Arapların aşina olmadıkları fasih ve beliğ bir mesaj veriyor, Allah’tan, insanlığın sorunlarından, eski kavimlerin başına gelenlerden, birtakım prensiplerden, inanç ve akaitten bahsediyordu. Ağzından çıkan sözlerin kendi nefsinden olmadığının altını çiziyor, bunları Yüce Allah’ın Cebrail (a.s.) vasıtasıyla kendisine vahyettiğini söylüyordu.

Elbette ki bunlar Mekkeli müşriklerin hoşuna gitmiyordu. Çünkü “Abdullah’ın yetimi” olarak gördükleri Hz. Muhammed (s.a.s), Allah’tan başka aracılara, ilahlara tapmayı şiddetle yasaklayarak Mekke’nin dinsel ticari hüviyetini baltalıyordu. Ayrıca Allah karşısında herkesin eşit olduğunu söyleyerek kölelik sistemini sarsıyor; Müslümanların birbiriyle kardeş olduğunu vurgulayarak Araplar arasında en önemli değer kabul edilen soy ve nesep bağını zayıflatıyordu. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği mesaj, daha ilk günden itibaren hiçbir şeyin eskisi gibi kalamayacağının habercisiydi.

Mekke’nin ileri gelenleri, onun getirdiği mesajı inkâr etmek için seferber olmuşlardı. Ama geçtiği yollara dikenler sermek, üzerine hayvan pislikleri dökmek, çocuklara onu taşlatmak, ziyaretine gidenleri cezalandırmak gibi vahşi uygulamaların hiçbiri işe yaramıyordu. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) çevresindeki halka gün geçtikçe genişliyor, köleler, kadınlar, çocuklar ve hatta prestijli ailelerden gelen pek çok insan akın akın onun çevresini sarıyordu.

Hiç görülmemiş ifade kudreti

Mekkeliler hayret içindeydi çünkü Hz. Muhammed’in (s.a.s.) söylediği sözler sıradan şeylere benzemiyordu! Devrin mevcut şiir ve nesirlerinden çok ötede, harika bir dizayn ve üsluba sahipti. Kur’an Arap dili ve üslubuyla konuşuyor, muhataplarının anlaması için olanca sadelik içinde izah ediyor, diyaloglar kuruyor, itiraz edeceklerin itirazlarını daha başından çürütüyor, kâinattan misaller veriyor, insan psikolojisine dair çarpıcı tespitlerde bulunuyor ama daha da ilginç olanı, bütün bunları o güne kadar görülmemiş bir ifade sanatı ve belagat kudretiyle gerçekleştiriyordu.

Kâbe duvarına asılı Muallakat-ı Seb’a içinde halkın gözünde en üstün kabul edileni İmriü’l-Kays’ın şiiriydi. Kâbe’nin duvarında 70 yıldan fazla asılı kaldı. Bir gün İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi, Hud suresinin 44. ayetini işittiğinde “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahi meydan-ı iftiharda kalamaz.” dedikten sonra ağabeyinin şiirini Kâbe’nin duvarından indirdi. Bir başka Muallakat-ı Seba şairi Lebid b. Rebia, Müslüman olduktan sonra şiiri bırakmış, kendisine sebebi sorulduğunda “Allah bana Bakara ve Âl-i İmran surelerini öğrettikten sonra şiir söyleyecek değilim.” demiştir. (Kurtubi, Ebu Abdullah Muhammed Ensarî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur’an, Müessetü’r-Risale, Beyrut, 2006, I, 236.)

Kureyşli müşriklerin Kur’an’la münazaraya hazırlandığı esnada kulaklarına gelen bir ayet hakkında “Bu söz yaratıkların sözüne benzemiyor.” demekten kendilerini alamadıkları rivayet edilir. O ayetin Hud suresinin 44. ayeti olduğu söylenir: “‘Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu.’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî’ye oturdu ve ‘Zalimler topluluğu, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi.” XIII. yüzyıl İslam âlimlerinden Kurtubî, bu ayetle ilgili, “Eğer Arap ve Arap olmayanların sözleri araştırılsa nazmının güzelliği, belagatinin mükemmelliği, manalarının genişliği itibarıyla bu ayet gibi bir söz bulunmaz.” diyecektir. XIX. yüzyıl müfessirlerinden Âlusi ise heyecanını şöyle ifade edecektir: “Bil ki bu ayet-i kerime icazın en son mertebelerine ulaşmış, Arap’ın başını eğmiş ve perçeminden çekmiştir.”

Putperest Araplar önce Kur’an’ın Allah sözü olduğunu reddettiler. Fakat onun belagatini ve fesahatini inkâr etmekte zorlandılar. Kur’an’ın meydan okumasına karşılık veremediler. Ona bir benzeriyle mukabelede bulunamadılar. Kureyş’in önde gelen isimlerinden Velid b. Muğire’nin, Allah Resulü’nü (s.a.s.) dinledikten sonra Ebu Cehil’in yanına giderek şöyle dediği rivayet edilir: “Onun hakkında ne diyeyim? Allah’a andolsun ki içinizden şiiri benden daha iyi bileniniz yoktur. Recezini de, kasidesini de, cinlerin şiirini de benden daha iyi bileniniz yoktur. Andolsun ki onun söylediği söz bunların hiç birine benzemiyor. O öyle bir söz söylüyor ki apayrı bir lezzeti var. O, altındaki her şeyi ezer. Ve o daima üstün gelir fakat ona üstün gelinemez.” (Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tefsirü’t-Taberî Câmiü’l-Beyan an Tevili Âyi’l-Kur’an, Dâru Hicr, XXIII, 429.)

Ümmîleri bile etkileyen fonetik

Anlıyoruz ki içeriğinden önce Arapları Kur’an’ın belagati çarpmıştır. Bir bedevi, “Sana emrolunanı açıkça söyle.” (Hicr, 15/94.) ayetini duyar duymaz secdeye kapanınca, kendisine bunun sebebini soranlara “Ben ayetin fesahatine secde ettim.” diyecektir. Yani Kur’an belagat ilimleri açısından sanatçıları, elitleri hayrete düşürmüş; fonetik ve fesahat bakımından ise okuma yazma bilmeyenlerin bile kalbinden vurmuştur.

Kur’an’ın bu etkileyiciliği sebebiyle İslam âlimleri sonraki yüzyıllarda Kur’an’ın fesahat, belagat, nazm ve içerik yönünden bir mucize olduğu görüşünü dile getirecektir. Peki, fesahat ve belagat dediğimizde bundan ne anlamalıyız? Fesahat, açık, anlaşılır olan, dilin ağırlıklarından kurtulan, bununla birlikte kulağa hoş gelen anlamlarında kullanılır. Belagatin ne demek olduğunu anlamak için Arap edebiyatının büyük nesir yazarı Cahız’ın kapısını çalalım: “Lafız manasıyla, mana da lafzıyla yarışmadıkça; sözü kulağına dokunmadan önce, manası kalbine vasıl olmadıkça hiçbir söz belagat ismine layık olamaz.” Kudame b. Cafer, belagati tarif ederken fesahati olmazsa olmaz ilke olarak belirler: “Belagat, kelam seçkinliği; tertip güzelliği ve lisan fesahati ile beraber kastolunan manayı kapsayabilen bir deyimdir.” Ama muhtemelen en veciz tarifi, dilci, kelamcı ve müfessir er-Rummâni yapmıştır: “Belagat, en güzel lafızlarla manayı, dinleyicinin kalbine akıtmaktır.” Bu tarifte iki vurgunun altını çizelim: Bir; manayı kalbe akıtmak, iki; lafız güzelliği. (Nasrullah Hacımüftüoğlu, Belagat İlmi ve Kur’an, Bayburt Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, 2005, cilt 1, sayı 1, s. 15.)

Kur’an’ın belagat zenginliği ve bu zenginliğin İslam bilginlerinin gündemine nasıl girdiğiyle ilgili pek çok misal göstermek mümkündür. Örneğin müfessir Fahreddin er-Razi, Kafirun suresinin başındaki “De ki…” ifadesinin barındırdığı 44 nükteyi detaylıca anlatmıştır. İbnü’l-Esir, “Kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara, 2/179.) ayetindeki ifade gücünün “Ölüm öldürmeyi önler.” darbımeselinden yirmi kat üstün olduğunu sıralamıştır. İmam Suyûti, “Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nura çıkarır.” (Bakara, 2/257.) ayetinde 120 ayrı belagat nüktesi olduğunu tespit ederek bunları bir risalede toplamıştır.

Dil mucizesini anlatma seferberliği

Anlaşılan o ki İslam âlimleri Kur’an’daki dil mucizesini, ifade kudretini anlamak ve aktarmak için seferber olmuş, hatta bu alanda dikkate değer bir birikim meydana getirmişlerdir. Bu birikimin temel dayanağı şu akıl yürütme olmuştur: Allah Teâlâ, peygamberlerine mucize olarak kendi devirlerinde revaçta olan konular hakkında yardımda bulunur. Sihirbazlığın yaygın olduğu bir zamanda Hz. Musa’ya asa mucizesi vermiş; tıbbın revaçta olduğu bir dönemde gelen Hz. İsa’ya hastaları iyileştirme mucizesi vermiş; son peygamber Hz. Muhammed’i (s.a.s.) ise belagat ve fesahatin yaygın olduğu bir zamanda ve toplumda Kur’an mucizesiyle desteklemiştir. Söylenebilir ki Kur’an-ı Kerim’in başlıca özelliğinden biri onun belagatidir. Diliyle klasik Arap üslubunun üzerine çıkan, fesahat ve belagatiyle, ortaya koyduğu nazmıyla, dil incelikleriyle, içeriğiyle, ahengi ve farklı anlatım teknikleriyle çığır açıcı bir kitaptır.

Kur’an, harf, kelime ve ayetlerin dizilişi itibarıyla de iman etmeyenlere meydan okumuştur. Cennet ve cehennemden bahsedişi, ansızın geçmişten geleceğe yönelişi, münferit olaylardan evrensel sonuçlar çıkarması ve bütün bunları yaparken açık, sade, akıcı ve uyumlu bir dili sonuna kadar muhafaza etmesi ilgi çekicidir.

Kur’an’daki belagat sanatlarının tespit edilmesi İslam âlimlerinin önem verdiği konulardan biri olmuştur. Ebu Bekr Bakıllânî, Abdulkahir Cürcanî ve Fahrettin er-Razi gibi önemli İslam âlimlerinin Kur’an’ın fesahat ve belagatiyle ilgili çalışmaları bu alanda sıklıkla başvurulan kaynaklardandır. İslam bilginleri bu çalışmaları dinî bir zaruret olarak görmüşler, Kur’an’ın icazını anlamak için belagat ilmine vakıf olmanın gerekliliğine vurgu yapmışlardır. Örneğin modern sosyolojinin öncüsü kabul edilen XIV. yüzyıl bilgini İbn Haldun, ünlü eseri Mukaddime’sinde “Belagatin semeresi, Kur’an’ın icazını anlamaktır.” demiştir.