Makale

Bir Duvarda İki Satır Yazı

Bir Duvarda İki Satır Yazı

Eda Saklı KÖKSAL

12.07.2021

Geçenlerde bir arkadaşım dert yanıyordu onu uykusundan eden martı seslerinden. Ezandan sonra sabaha kuş sesleriyle varabilmek hatta gün doğumuna doğru onların gökyüzünde süzülüşlerini izlemek de nasip. İnsan nasibine düşene şükretmekte biraz kayıtsız mı ne?

Ah, şehrin doğaya mikrofon uzatıp kendini sessize aldığı saatler... Ah, egzoz dumanında kaybolmayan ıhlamur kokusu... Böyle sabahlar bereketiyle gelir; yakalayabilirsek, kokusunu içimize, dinginliğini ruhumuza doldurabilirsek. Her durumda şikâyet edebilenlerin payına da talip olduğum bir sabaha uyandım bugün de. Terasta bir sandalye çekip oturdum.

Rızkının peşine düşmüş işe gideceği servisi bekleyen çalışanlar, berekete avuçlarını açar gibi kepenk açan esnaf, sıcak ekmeklerini tezgâha dizen fırıncı, binaların önlerinde bir kap su arayan kedi... Herkes nasibinin peşinde. Küçükken balkondan yahut camdan sokağı izleyen yaşlıları görünce hiç sıkılmıyorlar mı acaba diye düşünürdüm. Otuzlu yaşlara varınca her geçen yıl, kabuk değişimi gibi insanı kuşandıklarından sıyırıp bambaşka bir surete çeviriyor olmalı. İnsan sorularının cevaplarına vakti gelince kavuşuyor, sabır da şükür kadar elzem insan için.

Sokağı gözlemlerken mahalledeki meczubun yine gelip bizim bahçenin duvarına oturduğuna tanık oldum. Çok kez yanından geçmiş, etrafı meraklı bakışlarla izleyişine şahit olmuştum fakat bu sabah daha fazla dikkatimi celp etmişti. “Bir insanı anlamak istiyorsanız, öncelikle insanlar hakkında bildiğiniz her şeyi ama her şeyi unutmalısınız.” diyor ya yazar, fikirlerimi unutarak tanımak ve anlamak istedim onu.

Kahvehaneden çay, bakkaldan bisküvi verdi esnaf. Bisküvisini yerken sakince çayını içti. O kadar keyfi yerindeydi ki karton bardaktaki çayını, kaldırıma paralel konumdaki alçak duvarda değil de bir sarayda, barok tarzda işlenmiş kolçaklı bir sandalyede oturur gibi her yudumun tadını çıkararak içiyordu.

Elindeki hikâyesi olan antika porselen olmasa da bu pek umurunda değil gibiydi. Kucağına dökülen kırıntıları, parmaklarını hassas bir cımbız gibi kullanarak topladı; topladıklarını tekrar pakete yerleştirdi. Kenarda duran, ince bir dil çubuğunu andıran çay kaşığını ve bisküvi ambalajını karton bardağın içine tıkıştırdı; çöp konteynırına doğru yöneldi. Çöp kutusunun önünde durdu; bardağın içindeki bisküvi ambalajını ayağının ucuna gelecek şekilde yere bıraktı, çay kaşığını da onun hemen yanına.

Karton bardağı olabildiğince küçük parçalara böldü ve saçıntı hâlinde diğer parçaların yanına gönderdi. Arkasına basarak terliğe çevirdiği, kendisine üç numara büyük gelen ayakkabılarıyla iki adım geri gitti. Sanki tuvale bir resim çizmişti de ona uzaktan bakıyor gibiydi. Eğildi, böldüğü küçük kâğıt parçalarının yerini değiştirdi. O esnada çıkan hafif rüzgâr da sanatına doğal eklentiler yaptı.

Çöp varilinin etrafında oyalanmasından olsa gerek harçlık uzattı aracıyla geçerken, yüzüne bakmayan biri. Meczup parayı alıp cebine koydu. Aracın gitmesinin ardından parayı da yere bıraktığı çöplerin yanına usulca atıp o da sessizce uzaklaştı oradan fakat giderken bile hâlâ bir şeyleri değiştirmek ister gibi dönüp eserine bakıyordu. Her gün bu adamın yanından geçmemek için yolunu değiştirenler bu kez öyle yapmıyordu; onu görmüyor, içinden geçip gidiyorlardı sanki.

Peki yere dizdiği çöpler hangi gediği dolduruyordu, hangi resmin parçalarıydı, hangi kan pıhtılarının ruhuna doluşmasıydı? Kâğıt parayı karton bardaktan ayıran niteliği paraya kim kazandırmıştı da gelip de hayatlarımızın kontrolünü ele alacak cesareti kendinde bulmuştu?

Sorularıma yenilerini ekleyerek devam ettim: Hepimiz normal olanın peşindeyiz fakat normal olmanın bir ölçüsü ve tarifi var mıydı? Ya da standartlar kime göre belirleniyor da diğerleri ötekileştiriliyordu? Hangi kıyafetleri taşıdığımızdan daha önemlisi hangi tavrı takındığımız değil miydi?

“Bütünüyle unutulmaya kimsenin gücü yetmiyor. Bir duvarda iki satır yazı, bir albümde soluk bir resim, bir hafızada silik bir hayal olarak kalıyor istemese de” demişti Oğuz Atay Tutunamayanlar’da. Belki meczup da unutmamak, unutulmamak için asfalta izler bırakıyordu.

Bazılarını izlemek yahut dinlemek bir kitapla haşır neşir olmak gibi... Çöpleri toplayanlar için tüm bunların bir önemi olmasa da bizler için hayata bir adım geriden bakmak ve bağlantıları kontrol edip sağlamamızı yapmak için faydalı olabilirdi.

Bugün yeni bir alışkanlık edinmeye karar verdim. Her hafta uzun zamandır görüşemediğim sevdiğim birini arayıp hâlini hatırını soracağım. Salgınlar, uzaklıklar, alınganlıklar, “bir kere de o arasın...” diye sıra beklemeler ömrümüzden fazlasıyla çaldı. Sevmenin, sevilmenin insanı onaran yanına tutunmak ne güzel. Hem de birbirimizi iyileştirmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız varken.

Bunları not alırken yıllar geçtikçe günlük tutanların hızla yok olacağı fikrini düşündüm. Nedeni ise yaşadığımız günün bir önceki günden bir farkı olmaması.

Günü gününe notlar almasak da iki günümüzü eşitlemeyerek ziyandan kurtarırsak ne âlâ. Bu da günü geceye bağlarken dua niyetine olsun.