Makale

CENNETE GİDEN YOLDA SEVGİ VE İMAN İLİŞKİSİ

CENNETE GİDEN YOLDA SEVGİ VE İMAN İLİŞKİSİ

Hatice KURT

Sakarya İl Adrb Vaizi

Haz ve hız döneminden geçilen bugünlerde anlam ve değer sabitelerini kaybetmiş, kendine ve değerlerine yabancılaşmış hatta bize ve toplumumuza ait olmayan değerleri evine, aile hayatına ve toplumsal ilişkilerine yerleştirip yozlaşan insan önce kendi, sonra da Yaradan’ı ile bağlarını kaybetmiştir. Dolayısıyla kendisiyle, insanlarla, hayvanlarla, tabiatla ve mayası olan toprakla irtibatını kopartmış, her şeyin kendisine musahhar kılınmasını yanlış anlamış, bu gücün cazibesine kapılıp zulüm, haksızlık ve zorbalığı şiar edinmiştir. Bu yanlış anlayışla, kendisini dünyanın merkezine koyan insan, Rabbin halifesi olduğunu, büyük bir sorumluluk yüklendiğini unuttu. Yeryüzünü imar etme, güzelleştirme ve yaşanılır hâle getirme misyon ve sorumluluğunu göz ardı edip, şükür ve minnet duygusundan uzaklaşıp, şikayet, yakınma ve israf kültürüne kendini kaptırdı. Dünyaya alacaklı geldiğini düşünüp, bu derdinin peşine düştü.

Bu anlam ve eksen kaymasının nedenlerinden biri de insanlığın sevgiye yüklediği anlamdaki sapmaydı. Kişi bütün bir insanlığa, mahlukata, kainata sevgi nazarıyla bakmayıp sadece aynadaki suretine sevgi besleyince çıkarları doğrultusunda yaşayan, bütün ilişkilerini menfaatleri ölçüsünde sürdüren bencil bir varlığa dönüştü. Bu durum; sevmenin, sevilmenin, kıstaslarını bir kez daha düşünmemizi zorunlu kıldı. Sevgi duygumuzu yönlendiren kıstas nedir? Ne olmalıdır? Severken neye göre kıymet vermeliyiz? İnsan kendini aşan bir düşünceye, başkaları için de güzellikler isteyen bir yüreğe sahip değilse iyi bir insan, olgun bir mümin olabilir mi? Sevginin temelini dünyaya alacaklı olarak geldiği düşüncesi üzerine kuran, tahsilat peşinde olan bir insan gerçek mutluluğa erişebilir mi?

Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Resulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!” (Müslim, İmân, 93-94)

Sevmek, his olmaktan öte verme, sözün eyleme geçmesiyle biçimlenen bir davranış biçimidir. İnsanlığın en büyük öğretmeni en basit, en kolay davranışlarla başlıyor bize öğüt vermeye; “Kardeşine selam ver.” ya da “Kardeşine tebessüm etmek sadakadır.” diye. Selam vermek, gülümsemek kardeşin kardeşe en güzel hediyesidir bazen. İnsanlığın en büyük yol göstericisi Hz. Peygamber (s.a.s.), bir yeminle başlıyor sözlerine. Dinleyenler can kulağıyla dinlesinler ve bir daha hiç unutmasınlar işittiklerini diye... Sevgi-iman-cennet ilişkisi üzerine yeniden ve derin derin düşünsünler istiyor. İmanı ancak sevme üzerinden idrak edebileceklerini anlasınlar... Kendi varoluşsal anlamını imanda bulan birisi için bir yandan muştularla dolu bir yandan da zorlu bir yolu işaret ediyor bu hadis-i şerif. Öyle ya eğer sevmezse, sevemezse imanı zedelenecek. Çünkü sevgisizlik bencilliği, hasetliği, kıskançlığı, kibri egemen kılacak hayatında, zamanla bütün erdemler sevgisizlik toprağında can verecek ve geriye kötü hasletler kalacak. Sevgi ise ona bütün güzelliklerin kapısını aralayacak. Sevginin toprağında diğerkâmlık, hoşgörü, tevazu çiçekleri büyüyecek. Bu bağlamda bir başka hadiste de “Sevdiğini Allah için seven imanın tadına erer.” buyuruyor Allah Resulü (Buhârî, İmân, 9).

Hz. Peygamber’in bize öğretmeye çalıştığı “sevmek” nasıl bir sevmektir? Bencilce tutkularla, kendine ait kılma, sahip olma eylemlerinin tanımlayıcısı değil tabii ki... Sevmek, Allah rızası için (imkânlar ölçüsünde) verebilmeyi; hakkı, hukuku, adaleti koruyup her hak sahibine hakkını usulünce vermeyi; merhameti ve hoşgörüyü meleke hâline getirebilmeyi; kin, nefret, haset gibi olumsuz duyguları bertaraf edebilmeyi; insanlarla aramızdaki iletişimi sağlıklı bir zeminde devam ettirerek bütün bunları da Allah rızası için yapmayı gerektirmez mi?

Nu’man b. Beşir’den rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi/doğru/düzgün olursa bütün vücut iyi/doğru/düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.” (Buhârî, İmân, 39) Kavrayış, kalpte başlayıp zihinle devam eder. Ruh aklı, bütün diğer kaslar gibidir. Kullandığın zaman büyür ve güçlenir. Böyle olabilmesinin tek yolu onu anlamak için kullanmaktır.

Nereden besleniyoruz? Değerimizin kaynağı hangisi? Şöhret mi? İtibar mı? Haysiyet mi? Hasbîlik mi? Hesabîlik mi? Şöhret; insanların sana verdiği değer; itibar, seçkinlerin sana verdiği değer; haysiyet, senin sana verdiğin değer; hasbîlik, Allah rızasını mihenk edinen sana Allah’ın verdiği, senin kabul ettiğin değerdir. “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) ayeti gereğince insanın, Rabbinin memnuniyetini öncelemesi gerekmez mi?

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Maide süresi 54. ayette “kınayıcının kınamasından korkmamak” diye bir disiplinden bahseder. “El âlem ne der bu duruma?”, “Bizi rezil mi edeceksin?”, “İnsanların içine nasıl çıkarız?” gibi sözlerle el âlem diye bir engel çıkıverir karşımıza. Hayat boyu bu çileyi çeken insanlar, yetişkinliklerine, ta çocukluklarından kalma bir onay görme isteği yahut yerilme korkusu taşırlar. İyiliği veya kötülükten vazgeçmeyi yine bir insan veya insan topluluğu için yapmak. Oysaki ideal bir Müslüman’ın hayatındaki en temel ölçü; Allah için sevmek ve Allah için sevmemek, Allah için vermek, Allah için vermemek ölçüsüdür ki bu, kişinin mükemmel bir imana sahip olduğunu gösterir.

Müminler pek çok devirde, Allah’ın rızasını gözetmeleri nedeniyle içinde yaşadıkları toplumlar tarafından yadırganmışlar fakat kendi olabilmeyi başarmış; benliğinin, kulluğunun farkına varabilmiş; mesut, vicdanı ve gönlü rahat insanlar olmuşlardır.

Bununla birlikte sevgide ölçü ve denge de insan hayatında önemli bir yere sahiptir. “Bir şeyi haddinden fazla sevmen seni kör ve sağır eder.” (Ebu Dâvûd, Edeb, 115), “Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 60) hadis-i şerifleri bu dengenin nasıl korunması gerektiği noktasında bize yol göstermektedir.

Birbirlerini sırf Allah için seven kişileri Allah Teâlâ’nın da seveceğinden Rabbimiz kutsi hadiste şöyle bahseder: Sırf benim için birbirini seven, benim rızam için toplanan, benim rızam uğrunda birbirini ziyaret eden ve sadece benim rızam için sadaka verip iyilik edenler, benim sevgimi hak ederler.” (Muvattâ, Şa’r, 16)

İnsanlar arasında çıkar bağı değil de gönül bağı varsa her biri muhatabını korumayı gözeterek davranacaktır. Seviyorum dediğin insanları mı, onlardan gelen menfaatleri mi seviyorsun? Sana hep iyilik yapan bir insanı, iyiliğini yapamadığında da sevebiliyor musun? Hz. Ebubekir (r.a.) misali ailene manevi zarar veren, yardım ettiğin, koruyup kolladığın bir akrabana yardımı Rabbin mağfiretine nail olmak için devam ettirebiliyor musun?

İçtenlik, samimiyet, vefa, hasbîlik en büyük sermayesidir insanın. Bu sermayeden uzaklaşıp her şeyin madde ile elde edilen mutluluk üzerine kurulduğu günümüzde insan olmak ve insan olarak kalabilmek bir hayli zorlaştı. Makbule geçecek bir iyilik yapıldığında arkasında art niyet arayıp acaba niye böyle bir şey yaptı ki? Bunun karşılığında benden ne istenecek acaba düşüncesi kalbimizi ve zihnimizi meşgul eder oldu.

Rabbin sana hayırlar verdiğinde gerçekten şükredebiliyor musun? Ya da vermediğinde hemen Rabbine sırt çevirip, şükürden, duadan, mağfiretten vazgeçip bu duruma suçlu arama yoluna mı giriyorsun? Tüm insanları, hayvanları, ağaçları, çiçekleri severiz ama... Fayda, menfaat sağlamaya devam ettikleri müddetçe. Bizim diğer varlıklarla ilişkimizde temel sorumluluğumuz her şeyin sahibi olan ve her şeyi bir hikmete mebni yaratan Rabbimize karşıdır. İnsanı seçip yaratan Rabbe şükür ve minnet için imkânlar ölçüsünde verici ve cömert olmayı, fayda sağlamayı, vefalı olmayı şiar edinmelidir. Kendisine meyve, gölge veremeyecek ve hatta kıyametin kopma anında bile olsa, dünyayı ve en çok da kendi gönlünü imar etmek için kısacık zaman dilimi de olsa bir canlının hayatına katkı sağlamak için elindeki fidanı dikmeli ve neticede bunun faydasının en çok da kendisine olacağının bilincinde olmalı değil midir?

“Şüphesiz Allah, korkup sakınanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir.” (Nahl, 16/128)

Allah’a iman ve sevgiye giden yolda önce Rabbimizi ve sonra yarattığı her şeyi sadece Allah için sevmek bilincini geliştirmeliyiz. Cennete girmek istiyorsak önce sevgi, sonra iman sonra da cennet kapısından girebileceğimizi unutmayalım...

Yaratılanı sevelim, Yaradan’dan ötürü...