Makale

DEAŞ ÖZELİNDE SELEFİLİK VE RADİKALİZM

DEAŞ ÖZELİNDE SELEFİLİK VE RADİKALİZM

Dr. Mehmet Nur AKDOĞAN
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

İslam dünyası Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatının ardından çeşitli dönemlerde büyük musibetler ve fitnelerle karşılaşmıştır. Hz. Osman’ın Medine’de isyancı bir topluluk tarafından şehit edilmesi, Haricilerin ortaya çıkışı, Kerbela Vakası, Karmatilerin Kâbe’yi işgali ve binlerce hacıyı burada şehit etmesi dikkat çeken hadiselerden sadece birkaçıdır. Bu hadiseler, aynı zamanda Müslümanların kendi içerisinde yaşayacağı pek çok fitnenin (imtihanın) de başlangıcı gibidir.

Bugün İslam dünyasında zuhur eden DEAŞ anlayışı, Hz. Peygamber’den yaklaşık otuz yıl sonra ortaya çıkan ve başta Hz. Ali olmak üzere yüzlerce masum Müslümanın hayatına kasteden Haricilerin âdeta bir çağdaş görüntüsünü teşkil etmektedir. Aynı zamanda bu zihniyet, Orta Çağ’da Hristiyanlar arasında görülen Katolik olanlar ve Katolik olmayanlar (Heretikler) şeklindeki gruplaşmaların ve kanlı savaşların bir benzerini Müslümanlara yaşatmaktadır. Kendilerinden olmayan hiç kimseye hak tanımayan benzer bir hastalıklı zihniyetin ürünüdür.

Selefilik

“Selef” kelimesi sözlükte “önceki, önce geçen” gibi anlamlara gelmektedir. Dinî literatürde ise “selef” kavramının sahabe, tabiin ve tebe-i tabiine şamil olduğu genel kanaat olarak benimsenmiştir. Bu düşüncenin en güçlü dayanağı ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “İnsanlığın en hayırlıları benim neslim, daha sonra onları takip edenler, daha sonra da onların ardından gelen nesildir.” (Buhari, Şehadat, 9; Müslim, Fezailü’s-sahâbe, 212.) şeklindeki ifadeleridir. Hadiste belirtilen nesilleri ayrıcalıklı kılan husus ise imanları, İslam’a hizmetleri ve hayırdaki yarışlarıdır. Bu yönüyle “selef” ya da “selef-i salih”, söz konusu neslin, İslam’ı en iyi ve en yalın biçimde yaşama gayreti olarak da nitelendirilebilir. Dolayısıyla ilk hâliyle “Selef” ya da “Selefilik”, bir mezhep ya da meşrep değil; bir yöntemin ve düşünce biçiminin adıdır. Bu yöntem kapsamında Abdullah b. Ömer’in, ibadetleri ifa ederken azimetleri ruhsatlara tercihi; Abdullah b. Abbas’ın yeri geldiğinde ruhsatları ve toplumun maslahatını öne alması; İmam Azam’ın (ö. 150/767) rey ve içtihadı; Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) hadisçiliği; ilk dönemin meşhur sufilerinden Cüneyd-i Bağdadi’nin (ö. 297/909) tasavvuf ve zühd anlayışı gibi farklı isimlerin İslam’ı anlama ve uygulama yöntemleri yer alır. (İsâmüddin el-Beşîr, İslam Dünyasında Yeni Dini Akımlar, Ankara 2015, s. 14.)

“Selef” kapsamında yer alan ilk neslin uygulamaları zamanla bir mezhep ve ekol olarak değerlendirilmiş ve bunun neticesinde de “Selefilik” anlayışı ortaya çıkmıştır. Tarihî süreçte çeşitli kırılmalar yaşayan bu anlayış, bugünkü hâliyle sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinin ortaya koyduğu değerlerden uzaklaşmış ve “Selefilik” söylemi dinin özünden koparılmıştır. (Ferhat Koca, İslam Düşünce Tarihinde Selefilik, İlahiyat Akademi, 2015, s. 16 vd.) Dahası bugün “Selefilik” maskesi ve markası altında türeyen muhtelif yapılar, sözde “öze dönüş” söylemiyle aslında İslam’ın özünü tahrip etmişlerdir. (Heyet, DAİŞ’in Temel İdeolojisi Raporu, Ankara 2015, s. 11.)

Radikalizm sarmalında DEAŞ

Radikalizm; siyaset ve din başta olmak üzere çeşitli alanlarda kökten değişimi öngören ve bu değişim için de başta şiddet olmak üzere her türlü yolu mübah sayan anlayış ve grup hareketleri olarak tanımlanabilir. (Hilmi Demir, Radikal Selefi Hareketler ve Terör Örgütleri (Değerlendirme Notu), TEPAV, 2016, s. 4.) Dolayısıyla bu kapsamdaki grupların en temel yöntemlerinden biri şiddettir. Şiddet ise “güç ve baskı uygulayarak insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketler” şeklinde tanımlanmaktadır. (Heyet, Şiddet Karşısında İslam, Ankara 2014, s. 7.) Şiddetin en çirkini ise yapılan fiile dinî değerler ve kavramlardan dayanak bulma çabasıdır.

Her ne kadar bazı gruplar, uyguladıkları şiddete meşruiyet temin etmek amacıyla dinî bir görünümün arkasına gizlense de aslında bu eğilimin altında farklı saikler vardır. Bunlar arasında siyasal, sosyal, etnik, ekonomik, mezhepsel faktörler sayılabilir. Bunula birlikte özellikle İslam coğrafyasının en önemli hassasiyetinin “din ve dinî değerler” olduğunda hiç şüphe yoktur. Bunun farkında olan radikal yapılar, insanları sevk etmede dinin gücünü sonuna kadar istismar etmektedirler. Son yıllarda bu özellikte pek çok yapı İslam coğrafyasında baş göstermiştir. Ancak bunlar arasında adından çokça söz ettiren radikal grupların başında DEAŞ gelmektedir.

DEAŞ’ın zihniyet açısından kendisini dayandırdığı en önemli kavramlardan biri “Selef”tir. Ancak DEAŞ, İslam’ı en sade hâliyle anlama ve yaşama çabası olarak nitelendirilebilecek “Selef” yönteminden ayrılarak şiddet ve terörü esas alan politik bir “Selefizm” özelliği göstermektedir. (DAİŞ’in Temel İdeolojisi, s. 8.)

Lafızcı anlayış ve makasıdı göz ardı etme

Seçmeci ve pragmatist bir yaklaşım sergileyen DEAŞ türü yapılar, bir mezhep olarak sonraki dönemlerde kendini gösteren Selefiliğin lafızcı din anlayışını benimsemiştir. Metodolojik bir anlayıştan yoksun, yüzeyselliğe ve lafızcı bir din söylemine sahip olan örgüt, Kur’an’ı zahirî bir anlayışla ele almayı kendi mensuplarına öğütlemektedir. (Heyet, Dini İstismar ve Tedhiş Hareketi: DEAŞ, Ankara 2016, s. 8.) Oysa Sevâd-ı azam, Kur’an ve sünnetin zahirî anlamıyla beraber hikmet ve makasıdını da bir bütün olarak benimsemiştir. Nitekim İbn Kayyım el-Cevziyye (ö. 751/1350) bu gerçeğe şu örnek üzerinden işaret eder: “İfadelerin zahirine ve lafızlarına takılıp kalan ve maksatları ve manaları göz ardı edenler şu adama benzer: Kendisine ‘Bidat sahibine selâm verme!’ denildiğinde bidatçıya selam vermez ama onun elini ve ayağını öper. Ya da kendisine ‘Git, şu testiyi doldur.’ denildiğinde, gidip testiyi doldurur ve sonra onu havuzun başında bırakır. (Niçin testiyi getirmedin?) diye sorulunca da: ‘Onu bana getir demedin ki.’ der.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İ‘lâmü’l-muvakkıîn, Beyrût 1991, I, 40.)

İslam, insanların hem dünyada hem de ahirette mutlu olmalarını ister. Genelde insanların, özelde ise Müslümanların faydasına olmayan, bilakis zarar veren birtakım görüş ve söylemlerden kaçınmak Müslüman olduğunu söyleyen herkesin görevidir. Aksi takdirde çeşitli hadislerde geçtiği üzere Haricilerin düştüğü hataya düşülmüş olur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisinden sonra gelecek bir topluluğun, Kur’an’ı çok okuyacaklarını ancak bunun, onların boğazlarını geçmeyeceğini haber vermiştir. (Buhari, Tevhid, 57.) Bu hadisten yola çıkan İmam Şâtıbî (ö. 790/1388), Haricilerin bu özelliğinin, onların Kur’an’ın zahirine uyup mana ve maksatlarını dikkate almamalarına işaret olduğunu söyler. Ayrıca bu görüşün, hakka tabi olmaktan onları alıkoyacağı ve sırat-ı müstakim üzere yürümelerine engel teşkil edeceğini belirtir. (Şâtıbî, el-Muvâfakât, b.y., 1997, V, 149; Hâlid b. Mansûr ed-Durays, İbn Teymiyye’de Makâsıdu’ş-Şerî‘a Bağlamında Hadisleri Anlama Yöntemi, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 24, 2014, s. 436-437.)

Ötekileştirme ve taassup

Sadece lafızcı ve zahirî bir söylem ile yetinmeyen örgüt, bunu radikal bazı eylemlerle de desteklemektedir. Nitekim bunun en bariz örneği istismar ettiği cihat, şehadet, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, el-vela ve’l-bera (dost ve düşman) ve tekfir gibi kavramlara yüklediği anlamda kendini göstermektedir. Bütün bu kavramların onlar açısından ortak noktası “ötekileştirici” bir dile payanda hâline getirilmeleridir.

Şiddete bulaşmış bir radikalizmin gereği olarak kendileri gibi düşünmeyen herkes dışlanır ve düşman addedilir. Bu yapılırken aynı kıbleye yönelen insanların “müşrik” ya da “kâfir” olarak nitelendirilmesi DEAŞ türü radikal grupların en temel yöntemidir. Sadece bu nitelemeyle yetinmeyenler, muhalif/karşıt görüş sahiplerinin canları ve mallarını da kendileri için helal saymaktadırlar.

DEAŞ’ın kendisi dışındaki Müslümanları ötekileştirmesinin ve onlara karşı şiddeti onaylamasının altında yatan en önemli sebeplerin başında taassup ve hoşgörüsüzlük gelmektedir.

Taassup, “herhangi bir tarafa meyletmekten dolayı, karşıt delil ortaya konulsa bile hakikati kabul etmemek” şeklinde tanımlanmıştır. (Tehanevi, Mevsûatu keşşâfi ıstılâhât, Beyrût 1996, I, 485.) Bir başka deyişle, bir kimsenin kendi görüşünü bütün görüşlerin üzerinde tutarak o görüşe kayıtsız şartsız bağlanmasıdır.

Taassubun en önemli neticelerinden biri farklı görüşlere karşı müsamahasızlıktır. Oysaki insanların dili, ırkı, kavmi farklı olabileceği gibi duygu ve düşünceleri de farklı olabilir. Bunlar birer zenginliktir. Önemli olan çoklukta vahdeti; ihtilafta rahmeti yakalayabilmektir. Söz konusu bütün farklılıklar ayrışma değil; kaynaşmanın vasıtalarıdır.

Ehl-i sünnete göre sadece peygamberler hata yapmaktan korunmuşlardır. Onların dışındaki herhangi biri görüşünde/kararında doğruyu bulabileceği gibi hataya da düçar olabilir. Bununla birlikte, doğruyu aramak ve düşmandan gelse bile onu kabul etmek İslam’ın da emrettiği bir erdemdir. Bu bağlamda Muaz b. Cebel “Kâfir bile olsa hakikat kimden gelirse kabul edin.” (Sübkî, Tabakâtü’ş-Şâfiiyye el-kübrâ, b.y., 1413, IX, 84.) derken İmam Şafii de “Vallahi, hak olanın bende ya da tartıştığım kimsede ortaya çıkmasına aldırmam.” (Benzer ifadeler için bkz. İbnü’s-Sâî, ed-Dürrü’s-semîn, Tunus, 2009, s. 76.) sözünü söylerken hakikatin kimden geldiğinin önemli olmadığına ve taassuptan yüz çevrilmesi gerektiğine açık bir biçimde işaret etmişlerdir.

İslam âlimlerinin hayatında taassuptan uzak kalınmasını öğütleyen pek çok örnek vardır. Bunlardan biri, İmam Şafii ile öğrencisi Ahmed b. Hanbel hakkındadır. Bugün her biri farklı bir mezhebin temsilcisi ve imamı olarak değerlendirilmekle birlikte, aralarındaki sevgi ve saygı ders niteliğindedir. Ahmed b. Hanbel, otuz yıl boyunca bir gün olsun hocası İmam Şafii için dua etmeden uyumadığını belirtir. Bunun üzerine bir gün oğlu Abdullah, babasına, İmam Şafii’ye niçin bu kadar dua ettiğini sorunca “Ey oğulcuğum! Şafii, dünya için güneş, insanlar için afiyet gibiydi.” diyerek hocasından övgüyle bahseder. (İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân, Beyrut 1994, IV, 64.) Aynı şekilde Abdullah b. Mübarek, hocası Ebu Hanife’ye ilmî bazı konularda muhalefet etmiş; ancak ona hürmette ise kusur etmemeye gayret göstermiştir. Nitekim adamın biri, Abdullah b. el-Mübarek’in yanında İmam-ı Azam’ı eleştirince İbnü’l-Mübarek ona “Sus! Vallahi eğer Ebu Hanife’yi görseydin akıl ve asaletin ne olduğunu anlardın.”(İbn Abdilberr, el-İntikâ’, Beyrût, ts., s. 132-133.) diyerek serzenişte bulunmuştur.

Sonuç

“Selef” ve “selef-i salih” kavramları, her ne kadar ilk üç nesil için özel isim olmuşsa da aslında dini anlamada bir yöntem ve yaşam biçimini de ifade etmekteydi. Ancak günümüzde Neoselefilik (Yeni Selefilik) ya da bazı çevrelerce “Cihatçı Selefilik” kapsamında anılan radikal yapılar söz konusu kavramı tahrif ve istismar eden ve bütün sermayesi şiddet olan gruplardır. Bunların “Selefilik” kavramına yükledikleri mana; lafızcı bir din yorumunu esas alma; “cihat ve istişhad” kavramını istismar ederek kendileri gibi düşünmeyen masum insanların kanını dökme; “şirk” kavramının kapsamını tarih ve tasavvuf düşmanlığına hasretme; “tekfir” kavramını da ötekileştirme ve Müslümanları dışlama aracı olarak kullanma şeklinde özetlenebilir.

Şiddeti, zihniyetinin merkezine yerleştiren, insan hayatını hiçe sayan, tek tipçi bir düşünce oluşturmayı hedef edinen DEAŞ gibi radikal gruplar, insanlığı İslam’dan uzaklaştıran, ahlaki ve hukuki değerleri tahrip eden bir eylem ve söylem stratejisi benimsemiştir. Bir taraftan bu görüntüyü sergilerken diğer taraftan İslam’a ve Müslümanlara verdikleri bütün bu zararlara rağmen kendilerini “Kur’an ve sünnetin muhafızları” gibi topluma takdim etme çelişkisine düşmüşlerdir.