Makale

HİKMETİN BEDENE BÜRÜNMÜŞ HÂLİ: EBÜ’D-DERDÂ

HİKMETİN BEDENE BÜRÜNMÜŞ HÂLİ:
EBÜ’D-DERDÂ
Doç. Dr. Yaşar AKASLAN
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Medine’de, şehrin önemli ticaret erbabı arasında sayılan ve farklı bölgeden getirdiği esansları sattığı için civarın en seçkin attârı kabul edilen bir şahıs yaşardı. Gerek şehrin sakinleri gerekse çeşitli vesilelerle Medine’ye gelen misafirler, alışverişte güvenilirliği ve dürüstlüğüyle tanınan bu tüccarı tercih ederlerdi. Medine’nin en işlek dükkânına sahip bu şahıs, işine o kadar odaklanmıştı ki gözünü ticaretten başka hiçbir şey görmezdi. Aklı fikri hep ticaretinde olduğundan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicreti dahi onun gündeminde yer etmemişti.

Medine’de maddî durumları yerinde olan müşrikler kendilerine özel putlar edinir ve bunlara evlerinde özel köşe tahsis ederlerdi. Kazancı hayli iyi olan bu tüccar da şirk içinde bir hayat sürdüğünden özel bir put edinmişti. Evinin en güzel köşesine yerleştirdiği ve üzerini özel bir örtüyle örttüğü bu puta sabahları işe giderken ve akşam döndüğünde tazimde bulunurdu. Şirkinde oldukça büyük direnç gösteren bu tüccarın en yakın dostu ise Müslümanların önde gelen simalarından Abdullah b. Revâha (r.a.) idi. Abdullah, bu hâline üzüldüğünden sık sık dostunu ziyarete gider, iman ile buluşturup içinde bulunduğu şirk bataklığından onu kurtarmak için büyük çaba harcardı. Ancak inatçı arkadaşı, her defasında konuyu en iyi bildiği konu olan ticarete getirir, Abdullah’ın hakikatleri anlatmasını sabote ederdi.

Bedir Savaşı hazırlıklarının yapıldığı sıralarda, gerçekleri anlatma konusunda her fırsatı ganimet bilen Abdullah yine dostunun yanına gidip bir umutla onu imana davet etti. Ancak bu şahıs her zamanki gibi hakikat çağrısına kulaklarını tıkamakla kalmadı, Abdullah b. Revâha’yı Bedir’e katılmaktan vazgeçirmeye de çalıştı.

Günlerden bir gün Abdullah ziyaret etmek üzere dostunun evine vardı. Evin hanımı, eşinin dükkândan henüz dönmediğini, ancak gelmek üzere olduğunu söyledi ve misafirini eve davet etti. Salonda oturup ev sahibinin gelmesini beklerken gözüne özel köşesinde bulunan put takıldı. Aklı başında bildiği dostunun böyle cansız bir ağaç parçasına tapınmasına bir türlü anlam veremiyordu. Kendine hâkim olamayıp öfkeyle karşısında hareket etmekten dahi aciz olan puta sertçe vurdu. Put gürültüyle yere düşüp parçalandı. Misafir bulunduğu evde daha fazla duramayacaktı. Dostuna mesaj vermek amacıyla da kırdığı putun her bir parçasını evin farklı odalarına koydu ve ev sahibi gelmeden önce habersizce evden ayrıldı. İşinden dönen ev sahibi, misafirinin salonda olduğunu eşinden öğrendi. Özlediği can dostunu görmek için sabırsızlanıyordu. Bu duyguyla salona girdiğinde gördüğü tablo onu şok etti. Gözü gibi sakındığı putu parçalanmış durumdaydı. Misafiri de ortada yoktu. Öfkeden deliye dönmüştü. Meseleyi anlamıştı. Bu işin sorumlusu olan dostunu bulacak ve bunun hesabını ona soracaktı. Derhal Abdullah’ın evine gitmek üzere yola çıktı. Aslında akıllı biri olan ancak şirkin hakikati görmesini engellediği bu şahıs, öfkeli de olsa yolda düşünme fırsatı buldu. Tapındığı put, kendisini parçalayan bir insana karşılık verememiş, bu saldırıyı önleyememişti. Demek ki onun kendine bile hayrı yoktu. Dostu haklıydı anlaşılan… İç dünyasında muhasebesini yaptı, şüpheler birbirini takip etti. Yol boyunca kendini sorguladı. Evden ayrıldığında içinde bulunduğu öfkeli hâlinden eser yoktu. Sanki biraz evvel ateş püsküren o değildi. Sakinleşmişti. Artık telkine bile hacet yoktu. Bu tabloyu görünce mutluluktan kabına sığmayan Abdullah b. Revâha emeğinin karşılığını görmüş, tarifsiz bir sevinçle dudaklarından şu sözler dökülmüştü: “Dostum! Bir gün mutlaka iman edeceğini biliyordum. Bugüne kadar arkadaşımdın. Artık kardeşimsin!” (Yıldırım, En Güzel Örneğin En Güzel Örnekleri, 1:431) Beraberce Allah Resulü’nün yanına gittiler. Getirilen kelime-i tevhit ve kelime-i şehadet ile birlikte yepyeni bir sayfa açıldı.

Medine’nin Hazrec kabilesine mensup olan bu tüccarın asıl adı Uveymir/Amr b. Zeyd b. Kays’tır. Ancak o, çok kıymetli bir şahsiyet olan büyük kızı Derdâ’dan dolayı bu künyeyi almış ve isminden ziyade “Ebü’d-Derdâ” lakabıyla şöhret bulmuştur. Hicretten iki yıl sonra İslâm ile şereflenen Ebü’d-Derdâ, ailesi içinde en son Müslüman olan kişidir. Ayrıca ensardan en son iman eden kişi olarak nitelendirilir. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 4:351)

İman etmesinin ardından, şirkle heba ettiği yılları telafi için Suffe’ye dâhil olan Ebü’d-Derdâ, zamanının çoğunu burada ilim öğrenerek geçirdi. Önceleri ticaretle meşgulken Müslüman olduktan sonra hem ticareti hem de ibadeti bir arada götüremediğini, bu yüzden de tercihini ilim ve ibadetten yana kullandığını şu ifadelerle dile getirir: “Bir kalpte iki sevda olmuyor. Ben size ticaret haramdır demiyorum. Lâkin hem ticareti hem öğrenmeyi birlikte yürütemediğim için ben ilmi tercih ediyorum.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 9:396) Ebü’d-Derdâ, yaptığı bu tercihle kendini ilim ve ibadete adadı. Artık boşa geçen yıllarını telafi etmeliydi. Nüzulüne şahit olamadığı ayetlerin hepsini kısa zamanda ezberledi. Bu çerçevede onun, Kur’an’ın tamamını ezberleyerek Hz. Peygamber’e (s.a.s.) arz ettiği ifade edilir. (ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, 2:336) Böylece sahabe arasında mühim bir yer edindi. Sahabe-i kiram bu ilim ehlinin azmine gıptayla baktılar. Onu hayranlıkla takip edenlerden biri olan Ebu Zer şu sözleri söyler: “Ey Ebü’d-Derdâ! Şu an ne yeryüzü senden daha âlim birini üzerinde taşıyor ne de gökyüzü senden daha âlimini altında gölgelendiriyor!” (İbn Asâkîr, Târîhu medîneti Dımaşk, 47:112)

Âlim, arif, hikmet sahibi ve mütefekkir nitelikleriyle sahabe içinde seçkin bir konumda bulunan Ebü’d-Derdâ hakkında Allah Resulü şu ifadelerde bulunur: “Ümmetimin en âbidi, en müttakîsi, en hakîmi Ebü’d-Derdâ’dır.” (İbn Asâkîr, Târîhu medîneti Dımaşk, 47:112) Onun, ibadete ne derece düşkün olduğunu şu ifadesinden anlayabiliriz: “Üç şey olmasa bir gün bile yaşamayı istemezdim. Bunlar sıcak ve uzun günlerde Allah için oruç tutup susuz kalmak, gece ortasında Allah için secde etmek ve meyvelerin iyisi arandığı gibi sözlerin de iyisini arayan kimselerle sohbet etmektir.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 4:357)

Bildikleriyle amel etmesi Ebü’d-Derdâ’yı çok mümtaz bir şahsiyet kılmıştır. İlmiyle amil olmayı her şeyden önde tutup bunun ehemmiyetini birçok sözünde dile getirmiştir. Bunlardan biri şu şekildedir: “Kimin ilmi artarsa ağrısı-sancısı da artar. Benim en korktuğum şey, kıyamet gününde bana, ‘İlim öğrendin mi?’ diye sorulup ‘Evet’ dememden sonra ‘Öğrenmene rağmen neden gereğini yerine getirmedin?’ diye sorulmasıdır.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 4:355) Yine ilim-amel münasebetinin önemini şu ifadesiyle altını çizerek vurgular: “Allah’ın, kendisine öğrettiği halde öğrenmemiş kimseye bir defa, öğrenip de amel etmeyene ise yedi defa yazıklar olsun!” (ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, 2:347)

Ebü’d-Derdâ’nın dostluğa çok değer veren bir karakteri vardı. Onun, sırf Allah için sevdiği 300 veya 360 arkadaşından bahsedilir. Bu itibarla kıldığı her namazdan sonra secdeye giderek isim isim bu kimselere dua ederdi. Kendisine meseleyi soranlara bir defasında şöyle demişti: “Hiçbir kimse yoktur ki kardeşine gıyabında dua etsin de Allah ona ‘Senin için de aynısı olsun!’ diyen iki melek görevlendirmiş olmasın. Ben meleklerin bana dua etmesini hiç istemez miyim?” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 4:352-353)

Ebü’d-Derdâ İslâm’ı tebliğ etmek üzere Şam’a gönderildiğinde son derece dünyevîleşmiş bir halk gördü ve bu duruma oldukça üzüldü. Derhal mescide toplanmalarını istediği Şam halkına şu konuşmayı yaptı: “Ey Şam halkı! Tüketemeyeceğiniz şeyleri biriktirmeye, içinde oturamayacağınız binalar inşa etmeye, ulaşamayacağınız emeller peşinde koşmaya utanmıyor musunuz? Sizden öncekiler de sürekli mal yığıyordu. Uzun hülyalar peşinde koşup sağlam binalar inşa ediyorlardı. Ama ne oldu? Çok geçmeden helak oldular. Besleyegeldikleri emel ve ümitleri yok oldu. Sağlam binaları viraneye döndü. Bildiğiniz üzere Âd kavmi, Aden ile Umman arasını mal ve evlatlarıyla doldurmuşlardı. Peki, söyleyin bakalım, bugün içinizden kim onların mirasını benden iki dirheme satın almak ister? Ey mal sahipleri! Kendisine karşı sizinle bizim aramızda hiçbir farkın kalmayacağı gün gelmeden önce kendinizi mallarınızla serinletiniz! (Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, 1:217-218)

Ebü’d-Derdâ’nın özellikle Şam’daki hayatı insanlara eğitim ve nasihat ile dopdolu geçti. Bazen namazın sonunda mescitte, bazen namaz çıkışında Şam Mescidi’nin merdivenlerinde bazen evinin kapısının önünde veya bir sokak başında verdiği nasihatler halkın heyecanını ve ilme olan hevesini daima canlı tuttu. Bu hikmet sahibine göre insanlar, konuşmayı nasıl öğreniyorlarsa susmayı da öğrenmeliydi. Gerektiğinde susmak, büyük bir ilimdi. Her sözü paha biçilemez değerde olan Ebü’d-Derdâ bir konu anlatırken, özellikle hadis naklederken daima tebessüm ederdi. Bir gün eşi, insanların bu hâlini yadırgamalarından korktuğunu söyleyerek neden gülümsediğini sorduğunda şu cevabı almıştır: “Allah Resulü de konuşurken tebessüm ederdi.” (ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, 2:351)

Hayırsever, cömert, kırgınlıkları yatıştıran, ara bulan, mütebessim, kimseyi incitmediği gibi kimseden incinmeyen Ebü’d-Derdâ, hicretin 31 veya 32. yılında hastalanıp Şam’da bâkî âleme göçtü.