Makale

İFFET, HAYÂ VE MAHREMİYET İLİŞKİSİ

İFFET, HAYÂ VE MAHREMİYET İLİŞKİSİ

Döndü Demİrcİ
İstanbul Sultanbeyli Vaizi

İffet ve hayâ, insanın yaratılıştan sahip olduğu fıtri bir duygudur. Yeryüzünün ilk ailesi Âdem ile Havva yaratıldıklarında cennette idiler. Allah tarafından kendilerine yasaklanan ağacın meyvesinden yemeleriyle birlikte avret yerleri açıldı ve birbirlerinin mahrem yerlerine muttali oldular. Hemen orada buldukları yapraklarla avret yerlerini örtmeye ve birbirlerinden gizlemeye çalıştılar (A’râf, 7/19-22). Kur’an-ı Kerim’de açıkça bildirilen bu olay, utanma duygusunun ilk olarak ortaya çıkışı ve buna karşı doğal bir refleks olarak örtünmenin varlığını göstermesi açısından oldukça önemlidir.

İnsanın yaratılışında potansiyel olarak mevcut bulunan diğer duygular gibi hayâ duygusu da eğitim ve terbiye yoluyla geliştirilir. İffet ve mahremiyetin temeli olan hayâ duygusunu yeşertmek, sürekli ve kalıcı hâle getirmek için çaba sarf etmek gerekir. Dinî eğitim ve terbiye bu alanda çok önemlidir.

Nefsi kontrol altında tutan iffet ve hayâ duygusunun üç boyutundan söz edilir. Bunlardan ilki kişinin Allah’tan hayâ etmesi, ikincisi kendisinden hayâ etmesi, üçüncüsü de insanlardan hayâ etmesidir. Burada öncelikle kişinin Allah’tan hayâ etme duygusunun geliştirilip kökleştirilmesi gerekmektedir. Çünkü hayânın özü ve esası, Allah’tan hayâ etmektir. Hayâ duygusunu bunun üzerinde temellendirdiğimizde imanla yakın bir ilişki içinde olduğunu görürüz. Zira Hz. Peygamber (s.a.s): “Her dinin bir ahlakı vardır. İslam ahlakının özü de hayâdır.” (İbn Mâce, Zühd, 17) “İman yetmiş küsur şubedir. Hayâ da onlardan bir tanesidir.” (Müslim, Îmân, 57) buyurmak suretiyle iman ile hayânın ayrılmaz bir bütün olduğunu, biri olmadığında diğerinin eksik kalacağını bizlere bildirmiştir.

İffet ve hayâ, insanı gizli ve açık her türlü kötülükten alıkoyan, hayır ve iyiliğe sevk eden güzel hasletlerdendir. Her türlü haramdan sakınmak, mahrem olanlara karşı gereken titizlik ve saygıyı göstermektir. Yani mahremiyet sınırlarına riayet etmektir. Bu nedenle İslam, ferdin insanca yaşaması, ailenin devamı ve selameti için iffet ve hayâyı şart koşmuş, yeme içme ve cinsel konularda ölçülü olmayı, mahrem yerleri örtmeyi, kötü sözlerden kaçınmayı, mal ve mülk konusunda kanaatkâr olmayı iffet ve hayânın devamlılığı için önemli saymıştır.

Hayâ ile ihsan kavramı arasında da sıkı bir ilişki vardır. İhsan, Allah’ ı görüyormuş gibi O’na kullukta bulunmaktır. Her an Allah’ın gözetimi ve murakabesi altında olduğunu düşünme ve bu bilinçle yaşama halidir. Bu bilinçle yaşayan insan bir kötülük veya günah işleyeceği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve bundan vazgeçer. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Yusuf peygamberin iffetinden bahsedilir. Güç ve makam sahibi bir kadının yapmış olduğu çirkin teklif karşısında Hz Yusuf’un rahatsız olduğu, hemen Allah’a sığındığı ve orayı terk etmek istediği anlatılır (Yûsuf, 12/23-26). Bu ayetlerde bize asıl anlatılmak istenen şey, ihsan şuurudur. Yani Allah’ın daima bizimle beraber olduğu, O’nun gözetiminden uzak hiçbir anımızın olmadığıdır. Allah Resulü bir gün ashabına: “Allah’tan gereği gibi, hakkıyla hayâ edin.” buyurunca, ashab: “Elhamdülillah Allah’tan hakkıyla hayâ ediyoruz.” dediler. Bunun üzerine Hz peygamber: “Bu sizin anladığınız gibi değildir. Allah’tan hayâ etmek; baş ve başta bulunan organlarla, karın ve karnın içine aldığı organları korumak, ölümü ve toprak altında çürümeyi daima hatırlamaktır. Ahireti arzu eden, dünyanın süsünü terk eder (Tirmizî, Sıfatü’l kıyame, 24; İbn Hanbel, 1, 387). Kim bu şekilde davranırsa Allah’tan gereği gibi hayâ etmiş olur.” buyurmuştur.

Hayâ duygusunun ikinci bir veçhesi ise insanın kendinden hayâ etmesi yani kendisine saygılı olmasıdır. Nitekim kendi mahremiyetine saygısı olmayanın başkalarının mahremiyetine de saygısı olmaz. “Gücün yettiğince avret yerlerini kimseye göstermemeye çalış.” diye nasihatte bulunduğu bir sahabinin, yalnız kaldığı zamanlarda avret yerlerini örtmesinin gerekli olup olmadığını sorması üzerine Allah Resülü: “Kendisinden hayâ edilip utanılmaya en layık olan Allah’tır” (Tirmizî, Edep, 22) buyurarak kişinin tek kaldığı zamanlarda bile yalnız olmadığını, hem kendisine hem de Cenab-ı Allah’a karşı saygılı olması gerektiğini bizlere bildirmiştir. Bazı ahlakçılar da hayâyı; Hak’tan ve halktan utanmak diye tarif etmişlerdir. Hak’tan utanmayan halktan da utanmaz, dolayısıyla her türlü kötülüğü yapabilir ve bundan da rahatsızlık duymaz.

Hayâ duygusu çok önemli bir kontrol mekanizmasıdır. Bu duygu yok olduğunda insan her türlü kötülüğü ve ahlaksızlığı yapabilir. Bu nedenle peygamberlerin geçmişten bu yana söyledikleri bir söz vardır: “Şayet utanmıyorsan dilediğini yap.” (Buhârî, Edep,78) Bu söz bir taraftan utanç sebebi olmayan davranışların yapılmasında herhangi bir sakınca olmadığını ifade ederken bir yandan da hayâsı olmadığı takdirde insanın kötülüğü ayırt edecek bir ölçütü kalmayacağını, dolayısıyla dilediği gibi davranabileceğini bildiren bir uyarı niteliği taşımaktadır.

Hayâ duygusunun üçüncü veçhesi ise insanlardan ve bütün yaratılmışlardan hayâ etmektir. Allah’ın hayâ sahibi olduğunu, ayıp ve kusurları örttüğünü, hayâ ve örtünmeyi sevdiğini (Ebû Dâvûd, Hammam, 1) bildiren Hz Peygamber, insanın önce kendi mahremine; gizli ve özel hâllerine, aile hayatına saygı duyması gerektiğini, onları başkalarının göreceği ve duyacağı şekilde ifşa etmemesini; aynı şekilde başkalarının ayıp ve kusurlarını da örtmesi gerektiğini bizlere öğütlemektedir.

Dinî ve manevi değerlerin giderek yozlaştığı günümüz toplumlarında iffet ve hayâ gibi erdemler önemini yitirmiş, bir eksiklik ve utanç sebebi gibi algılanır hâle gelmiştir. Buna mukabil edebe aykırı söz ve davranışlarda bulunmak, üstelik bunları aleni olarak yapmak, bazı çevreler tarafından cesaretin, öz güvenin ve özgürlüğün bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Özellikle sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle mahremiyet ihlalleri artmış, özel hayatlar bir film gibi gözler önüne serilmiş, artık sınırlar neredeyse ortadan kalkmıştır. Oysa Allah insanı eşref-i mahlukat olarak yaratmış, fıtraten güzel hasletlerle donatmış ve koyduğu ilkeler doğrultusunda bu fıtratı korumasını ve geliştirmesini ondan talep etmiştir. Ailelere, eğitimcilere ve dinî alanda rehberlik eden bütün insanlara düşen görev, Cenab-ı Allah’ın saf ve temiz olarak verdiği evlatlarımızı en güzel şekilde terbiye etmek ve sağlıklı bireyler olarak topluma kazandırmaktır.