Makale

NOKTADAN SANATA HAT

NOKTADAN SANATA HAT

Nursultan TAŞ

Allah güzeldir güzeli sever, düsturu ecdadımızın sıkı sıkıya tutunduğu bir kaidedir. Yaptıkları her işte güzeli arama, güzel bakma, güzelleştirme kaygısı taşıdıklarını, ortaya koydukları işlerde görürüz. Bilhassa konu Kur’an-ı Kerim olunca anlamanın ve amel etmenin yanı sıra okunacağı zaman en güzel şekilde okumak, yazıldığı takdirde en güzel şekilde yazmak, kitap hâline getirirken en güzel şekilde tertip edip süslemek arzusu, geleneksel İslam sanatlarının doğmasını sağlamıştır. Sözü musikinin makam atları ile türlü ufuklara koşturan güzeli arama iştiyakının sesi çeşitlendirip süslediği gibi yazı da aklam-ı sitte, hat sanatındaki temel altı yazı çeşidi ile ritmini bulmuş, sanatlar arasında kendine kadim bir yer edinmiştir.

Her şeyden önce yazının tevkifi olduğu inancı, onun bir sanata dönüşmesine büyük katkı sağlar. Harflerinin bitişik ve ayrı yazılmaları, başta ortada sonda farklı formda olması, dili öğrenmek isteyenlerin işini zorlaştırsa da kompozisyonlara zenginlik katar ve birbirine eklemlenen harfler sonsuzluğu anımsatır. Arap alfabesi bu yönüyle güzel yazı sanatı için biçilmiş kaftandır.

Pek çok hattat hat sanatının doğuşunu Kur’an’ın nüzulünü başlatan ilk hitaba, “Oku!” emrine bağlar. Hat Kur’an-ı Kerim ile sanat olmuştur. İlk inen ayetlerde “Allah insana kalemle yazmayı öğretendir.” buyrulur ve yazmanın insan hayatında önemli bir yeri olduğuna, okumakla yazmanın ayrılmaz bir bütün olduğuna bir kez daha dikkat çekilir. Allah, Âdem’e isimleri öğrettiği gibi ona dilin dört temel becerisi olan “dinleme, konuşma, okuma ve yazmayı” da öğretmiş midir? Neden olmasın diyeceğimiz türden bir soru olduğunu söyleyebiliriz. Hattatlar da böyle düşünerek yaptıkları işe daha bir ehemmiyet gösterirler. Hat için “Cismani aletlerle icra edilen ruhani bir hendesedir.” denilmesi boşuna değildir. Yazılacak metnin belli olmasına, harflerin yazılış şekillerinin kaidelere ve ölçüye bağlı olmasına rağmen her harfin nokta hesabıyla bir ölçüsü vardır. Ruhu olan bir hüviyete bürünmesi hattı, hüsn-i hat yapar ve yüzyıllardır devam edegelen bir sanata dönüştürür.

Mürekkebin kâğıtla buluşması ne kadar destansı bir anlatıma doğru yol alabilirse, hüsn-i hat da o kadar destansıdır. Hamuru karılıp kat kat serildikten sonra aylarca bekletilen kâğıda; ateş üstüne bir kazan çevrilerek biriken isin toplanıp önce hamur içinde fırınlanıp sonra su ve yapıştırıcı ile yoğurulan, yetmeyip ceplerde, paçalarda, deve, at sırtında taşınmakla kıvama gelen mürekkebi kullanarak; toprağından koparılıp kırılan, ucu açılıp eğrisi kesilen kamışla yazılan tek bir harf bile ne büyük kıymete sahip olurdu değil mi? Ortaya konan emekle birlikte aharlı kâğıda, is mürekkebine batırılan kamış kalemle ne yazılsa büyüleyici gelir? Ancak hüsn-i hat sadece kullandığı malzemelerle değil meşk ettiği metinlerle yücelmiştir. Hat sanatında yazmak için kelamın da güzeli gerekir. Esma-i hüsna, hilye-i şerif, ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler, kelam-ı kibarlar, beyitler hat sanatının en önemli malzemesidir diyebiliriz. Bunca kıymeti bir araya getirecek olan adanmış bir ruh, yazıyı iptidai hâlden alır, noktadan sanata götürür. Metnin ne olduğuna bakılmaksızın kompozisyona baktığımızda dahi kendi başına bizi masalsı duyguların girdabına çeker. Estetik bir dilin lisanından konuşur hat eserleri. Arapça okumayı bilmeyenler dahi bir kelime-i tevhidi, besmeleyi görünce tanır mesela. Bir resmi seyre dalar gibi hüsn-i hat ile yazılmış bir yazının derinliklerinde kaybolabiliriz. İslam dünyasında resim sanatına konulan mesafenin, hüsn-i hattın sanatta mesafeler kat etmesine yol açtığını söylemek yanlış olmaz sanırım.

Ölçüleri bu kadar belli harfler kullanılarak, kara mürekkebin kâğıt ile buluşmasından nasıl yüzyılları bulan bir sanat ortaya konulduğuna hayret etmemek mümkün değil. Bu kalıcılıkta, söz konusu sanatın usta çırak ilişkisine dayanan kendi iç disiplinlerinin, medeniyetler arası kurulan köprülerin, o köprülerde alınan yolların, çağların, sultanların, âlimlerin, âbidlerin, velilerin, mecnunların da payı olsa gerek. Nitekim Hz. Ali devrinde Kufe’de filizlenen alev meşale olup İran’a, Horasan’a, Anadolu’ya ulaşmış, her elde biraz daha güçlenmiş ve XVI. yüzyılda İstanbul’da kemale ermiştir. Şeyh Hamdullah, Hafız Osman gibi üstatların emeği ile “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” övgüsünden kendimize düşen payı alabilmişiz. Zaman içinde hüsn-i hat bir Arap yazısı değil İslam yazısı hâlini almış, pek çok medeniyet, bu yazının gelişimine katkı sağlamıştır.

İstanbul hâlen hat sanatının başkenti olma övgüsünü koruyor. Bu bağlamda yurt dışından pek çok öğrencinin hüsn-i hat sevdası ile eğitim almak için İstanbul’a geldiği biliniyor. Günümüzde hat sanatının durumunun ise kritik bir noktada olduğu düşünülebilir. Şöyle ki dijitalleşmenin dört bir yanımızı sardığı çağda hat sanatının geleceği merak konusu. Teknolojinin imkânlarından faydalanmak gerektiğini savunan ve illüstrasyonlar, shoplarla farklı kompozisyonlara ulaşan hattatlar olduğu gibi yeni terkiplerle yüzyıllardır süre gelen meşkin tadının alınmayacağını savunan hattatlar da mevcut.

Hüsn-i hat hangi formda olursa olsun, zamanları ve mekânları aşıp zihinleri kurcalamaya, gönüllere dokunmaya devam edeceğe benziyor.