İslam sanatının hikmetle zanaatın evliliğinden doğduğunu söyler Burckhardt. Bir anlamda ilahi hakikatlerin ifadesi olarak tarif edilen sanat hakkındaki düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Aslında çok doğru bakıyor konuya. Nitekim İslam coğrafyasında hikmet içermeyen hiçbir beceri uzun süreli takdir ya da teşvike mazhar olmamıştır. Sizin herhangi bir konuda ortaya koyduğunuz maharetin, hilkatin (yani doğanın yaratılış) mantığına ne kadar uyduğuna, sadece İslam halkına değil dünya insanlığına, hatta tabiata bir fayda sağlayıp sağlamadığına bakılır. Sadece göze değil, gönül zenginliğine de ne kattığı sorgulanır. Yani ortaya konan eserin biçimsel, formel anlamda güzelliği ve fonksiyonelliği yetmez, ruha da bir güzellik üflemesi lazım. İslam coğrafyasında beceri/hüner, hikmet elbisesini giymedikçe sanat sahasına çıkamaz. İslam sanatkârı Allah’ın Cemal sıfatının tecellilerini kendi sanat diliyle nesillere ve çağlara tercüme eden adamdır.
Müslüman sanatkârların kimi zaman Allah’a duyduğu aşkı, kimi zaman hayata, kimi zaman da tabiata bakışını anlattığı İslam sanatlarının oluşumunda ve gelişiminde etkili olan temel hususlar nelerdir?
“Her şeyi bir ölçü üzere yarattık.” anlamındaki ayet-i kerime (Kamer, 54/49.) ile “Allah güzeldir, güzelliği sever.” anlamındaki hadis-i şerif (Müslim, İman, 147.), yine mümini her ne yapıyorsa doğru, sağlam ve güzel yapması anlamında “itkān”a yönlendiren, Allah’ın hoşnutluğunun bunda olduğunu bildiren hadis-i şerif (Taberani, el-Mu’cemü’l-evsat, I/275; Beyhaki, Şuabü’l-iman, IV/334.) vb. buyruklar İslam sanatkârının yolunu çiziyor aslında. Gerisi ilhama ve –tıpkı arının hangi çiçeklerden bal devşirdiğine benzer biçimde- kişideki güzellik duygusunu besleyen kanalların çeşitliliğine, zenginliğine kalıyor. Bu kaynağı bazen tabiat bazen da oradan ilhamla çeşitli zaman ve coğrafyalarda ortaya konmuş güzellikler oluşturur.
Kaldı ki “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır.” (İbn Mace, Zühd, 15; Tirmizi, İlim, 19.) anlamındaki ferman-ı peygamberi de mümin sanatkârın hareket serbestisini ve kabiliyetini güçlendirir.
Müslüman sanatçı tecelliyat-ı ilahinin kendi ruhundaki akisleri üzerinden insanlara güzeli görmeyi, güzeli dinlemeyi, güzeli anlamayı öğretir. Onlar da gündelik işlerden kendilerini bir parça kurtararak cemal sıfatının sonsuz yansımalarını temaşa ve tefekkür ederler. Artık bu akıl almaz, tarif edilmez, sayıya gelmez güzellikler karşısında tek şey kalmıştır. Bizi hakla, hakikatle tanıştıran küçücük yüreğimizin ta derinlerinden çığlık atarcasına kocaman bir “Allahu Ekber” sedasıyla kudret-i ilahi önünde secdeye kapanmak… Zaten İslam sanatında amaç da budur.
Hedefiniz asil, usulünüz doğru ise -ideale ulaşmak anlamında- vusul için de bir mania kalmamış demektir.
Mütefekkir Şair Necip Fazıl merhum ne güzel söylemiş; “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.” diye. Aslında kendisinden dört asır önce yaşamış büyük şair Fuzuli’nin ünlü beytini tercüme ediyor sanki: “Aşk imiş âlemde her ne var ise / İlim bir kıyl ü kaal imiş ancak”.
İslam sanatları dönemden döneme, bölgeden bölgeye farklılık gösterse de aynı manevi hazzı terennüm ettirir. Bize bu farklılıklardan ve aynı zamanda farklılıkların oluşturduğu birlikten söz edebilir misiniz?
Az önce sanat adamının ilham kaynağından söz ederken arı üzerinden farklı çiçeklere atıf yaptım. Farklılık kesinlikle zenginliktir. Abartı gibi değerlendirilebilir belki ama yaşadığımız hayatın en büyük mucizesidir. Böyle olmasaydı bilmem hayat bu kadar güzel olabilir miydi? Aynı besteyi farklı kişilerden farklı tatlarda dinlersiniz, değil mi? Bu da öyle. Sanat dediğinizde de farklı coğrafyalarda farklı terennümler söz konusu olacaktır. Her coğrafyanın asırlar içinde oluşmuş farklı kültürel birikimleri vardır, dolayısıyla terennümler de aynı olmayacaktır. Ama hepsi de aynı besteyi esas alacaktır. Ezan kelimesi tüm İslam coğrafyası için aynı şeyi ifade eder, ama okunuş şekli hiçbir zaman aynı olmaz. Minareler de mimari estetik anlayışı açısından bölgelere göre birtakım değişiklikler arz eder. Biçimler yerel, bölgesel anlamda değişse de elfaz dünyanın hiçbir yerinde değişmez.
Allah (c.c.) evrendeki her şeyin belirli bir ilim, düzen ve sanat çerçevesinde yaratıldığını ayetleriyle bizlere bildiriyor. Bu noktadan hareketle Tevhid ilkesinin Müslümanların sanatı üzerinedeki etkisi/yansımasından bahseder misiniz?
Cami inşasında Sinan’la gelinen nokta, mimaride asırlar süren estetik yolculuğunun zirvesini temsil eder. Konuya İstanbul siluetinin en can alıcı noktası Süleymaniye Camii üzerinden yaklaşalım isterseniz. Baktığınızda görürsünüz ki revaklı girişlerden tepe noktasına kadar âdeta hiyerarşik bir düzen söz konusudur. Giriş katında revaklar, kemerler, kapı ve pencerelerle başlayan, küçük köşe kubbeleri, tromplar ve yarım kubbelerle yükselen ve sonunda bunların hepsini hâkimiyeti altına almış bir ana kubbeyle biten muhteşem bir yapıdır karşımızdaki. O tek kubbenin üstünde de alem vardır. Alemin kat kat yükselen boğumlarının tepesinde, yani yapının gökyüzüyle buluşan son noktasında ise hilâl vardır. “Hilâl” kelimesini oluşturan harflerin ebcet hesabıyla toplamı, “Allah” kelimesinde olduğu gibi 66’dır. Yani alemdeki hilal yapının en zirve noktasında yerleştirilmiş bir lafza-i Celâl gibidir ve sembolik olarak İslam kültürünün temelindeki en büyük ve vazgeçilmez değeri ifade eder: Tevhid. Bütün İslam sanatlarına bu pencereden bakabilirsiniz.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Allah güzeldir, güzelliği sever.” (Müslim, İman, 147.) hadis-i şerifinin ifade ettiği mana İslam sanatlarında nasıl tezahür etmiştir?
Her ne yapıyorsan güzel yap; yazıyor musun, güzel yaz; çiziyor musun, güzel çiz; konuşuyor musun, güzel söyle. Hem senden çıkışı güzel olsun ortaya koyduğunun, ürettiğinin hem muhataba varışı. Hem de muhatabın idrak penceresinden güzel algılanmaya elverecek biçimde içeriği, ruhu… Bir güzelliğin her idrak seviyesinde aynı tepkiye mazhar olması mümkün mü? “Güzellik görecelidir.” derler; o sebeple bu zor bir durum. Ama bunu kolaylaştıracak ve tepkileri birbirine yakın düzeye getirecek bir haslet var; niyette samimiyet ve amelde ihlas. Haliç sırtlarında İstanbul’a vurulmuş bir ebediyet mührü ve bir İslam imzası olan Süleymaniye’yi, ya da altı minaresiyle bu güzel ve kadim şehrin bağrından göğe doğru yükselmiş Sultanahmet Camiini beğenmeyecek var mıdır? Farklı kültürel zeminlerde yetişmiş yabancı ziyaretçiler bile dünyanın dört bir yanından geliyorlar, Allah’a adanmış bu muhteşem yapının önünde hayret makamında ceketlerini ilikleyip gidiyorlar.. Ya o mukarnaslı şerefelerden kanatlanıp şehrin semasına yükselen ezanların insan ruhunda açtığı çiçekler… Bir namaz sonrası imam efendi tarafından okunan mihrabiyenin yüreklere saçtığı ışıklar…
Camiler, o şerefli eslâfın medeniyet anlayışında sadece cemaati değil, tüm güzellikleri bünyesinde toplayan ilahi mekânlardır. Tevhid inancı çerçevesinde asırlardır sosyal kimliğimizin de inşa edildiği bu mekânlarda mimariden musikiye, çiniden kakmacılığa, kalem işinden taş işçiliğine, hat sanatından revzen pencerelere, ışık düzeninden akustik düzene varıncaya kadar pek çok maharetin bir araya gelmesi tesadüfi değildir. Okunan Kur’an ayetlerini içinde barındıran Mushaf-ı Şerifler, yazısından süslemesine, kâğıdından cildine tarih boyunca farklı güzel sanat dallarının uygulama alanı olmuştur.
Sanat her medeniyette hiç şüphesiz ki farklı anlayışlar çerçevesinde ele alınır. Size göre İslam sanatını ve sanat anlayışını Batı sanatından ayıran temel farklar nelerdir?
Batı sanatı gözü ve aklı, İslam sanatı ise gözden çok kalbi muhatap alır. Batı’da göz akla, İslam’da ise kalbe giden yolda köprüdür. Birinde beşerin beğenisi esastır, ötekinde Yaradan’ın hoşnutluğu ve rızası ile toplumun, çevrenin yararı. “Hayru’n-nâs enfauhüm li’n-nâs” fehvasınca. (Kenzü’l-Ummâl, I/240, no: 679, 772.) Renk, biçim, derinlik, orantı, ses, ritim vs. o rızaya, o yararlılık ilkesine hizmet eder; yani amaç değil sadece araçtır... Sanatçı bu istikamette eser üretirken doğadan yani Allah’ın Cemal sıfatının sonsuz tecellilerinden ilham aldığı gibi, hangi coğrafya ve zaman dilimine ait olursa olsun, derdini anlatmaya, sevdasını haykırmaya yarayacağını düşündüğü her türlü birikimden de yararlanır. Çünkü o bilir ki: “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır.” (Tirmizi, İlim, 19.)
Geleneksel metotlarla yürüyen geleneksel sanatlar modern çağın insanına nasıl hitap edebilir ve bu sahada çalışan sanatçılarımız bunları nasıl sunmalıdır?
Gelenek, uzun zamanlarda, asırlar içinde oluşmuş birtakım kurallar ve kabulleri ifade eder. Asırları aşarak bugünlere gelmeyi başaran güzellikler bundan sonrasına da ulaşırlar. Asıl mesele geleneği iyi okumak, anlamak ve kavramaktır. İçeriğine, özüne, amacına vâkıf ve hâkim olamadığınız bir şeyi -geleceğe taşımak şöyle dursun- bozarsınız, harcarsınız. Cami hayatının iç güzellikleri var. Biz camilerde tören yapmıyoruz, ibadet ediyoruz. Sarık ve cübbenin de ezanın ve mihrabiyenin de ibadet estetiği açısından –isterseniz adap diyelim- bir geleneği var. Hocaefendiler başlarındaki sarığı selefleri gibi kendileri sarmalılar; makine sarığı, hele de üstünde naylon olunca çok çirkin duruyor. Yine eslâfta görmeye alıştığımız sade ve koyu renkli cübbeler, şimdiki sırmalı beyaz cüppelere göre çok daha vakur duruyordu. Musiki bir sanat alanıdır. Geleneksel ve derin bir mazisi vardır. Ezan veya Kur’an tilavetinde okuyuşunuzu bu alanın etkileyici kabiliyetinden de istifade ile okursunuz. Nitekim “Kur’an (okuyuşunuz)u sesinizle süsleyin.” anlamındaki hadis-i şerif (Ebu Davud, Salat, 355, no.1468; Nesai, Salat, 83, no. 2, 179, 180; İbnu Mace, İkamet, 176, no.1342.) bunu âmirdir. Ancak okuduğunuz Kur’an’sa amacınız sahne icrası olmamalıdır. İbadet maksadıyla oradasınız. Musikiyi metnin emrine mi vereceksiniz, yoksa metni mi musikinin? İkinci yola asla sapmamalısınız. Name, mananın önüne geçtiğinde alan sahneye dönüşür, ibadet biter! Kör taklit hiçbir zaman güzel bir yol değildir. Kur’an tilavetinde oturmuş ve yerleşmiş kaidelerin ve adabın içinde kalarak yürümelisiniz.
İslam sanat alanlarında geleneksel çizgi mi, yenilik arayışları mı konusuna gelince, yenilik veya başka adlar altında ortaya çıkan popüler çabalar, sapmalar, genelde alanı iyi tanıyamamış olma üzerinden gidiyor ne yazık ki… Bu durum, camilerde mimariden iç mekân tezyinatına kadar pek çok sanat alanı için de kalem işi tekniği ile uygulanan tezyinat ve hatlar için de söz konusudur. Hangi yere ne gider, hangi kalem kalınlığında gider, hangi renk zemine hangi renk yazı olmalı gibi pek çok hususta yeni ortaya çıkan yapılara baktığımda geleneği yeterince sağlıklı okuyamadığımızı ya da anlamadığımızı düşünüyorum. O yüzden gelenekle yeterince ahbaplık kuramamış teşebbüsler, ne yazık ki bina ederken de süslerken de eline yüzüne bulaştırıyorlar. Müslümanların gözü güzel şeyler görmeye layıktır.
Yenilik yapacağız derken düştüğümüz çukurların faturası ne yazık ki onu yapanlara değil, konunun ihtisas anlamında çok dışında kalan hayır sahiplerine ve cami cemaatlerine çıkıyor.
Geleneksel sanat kültüründe elbette yeni yönelişlere kapılar açıktır; ancak ana caddeden çıkmadan… Bilmiyorum, ifade edebildim mi?
ÖZ GEÇMİŞ
M. Hüsrev Subaşı, 1953’te Niksar’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü (1976) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1977) mezunudur. Bu fakültenin Türk ve İslam Sanatı Kürsüsünde Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın doktora derslerine devam etti. Aynı yıl M.Ü. İlahiyat Fakültesine asistan olarak atandı. 1984’te doktor, 1990’da doçent, 1997’de profesör unvanlarını aldı. 1970’li yıllarında merhum Hattat Hamid Aytaç’ın öğrencisi oldu ve Hoca’nın vefatına dek kendisinden meşke devam etti. 1987-1988 yıllarında Kahire Üniversitesinde bulundu ve Türk hattatlığının Mısır’daki izlerini araştırdı. M.Ü. İlahiyat Fakültesinde ve İlahiyat MYO’nda Türk İslam Sanatları Tarihi, İslami Türk Edebiyatı, Paleografi, Epigrafi ve Hat dersleri verdi (1978-2011). MEB hizmet içi eğitim kurslarında görev aldı. Ulusal ve uluslararası kongrelere katıldı, bildiriler sundu, konferanslar verdi. Doktora, yüksek lisans ve lisans düzeyinde tezler yönetti. Kitap, makale ve bildirileri yayımlandı. Radyo ve TV programlarına katıldı. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve mülakatları neşredildi. Bu gibi vesilelerle geleneksel sanatlarımızı yaşatma ve kültür mirasımızı koruma bilincinin yaygınlaştırılmasına yönelik görüşlerini açıklamaya çalıştı. Tezhip sanatçısı eşi Naciye Subaşı ile birlikte yurt içinde ve yurt dışında eserlerini sanatseverlerin beğenisine sundu. İstanbul Havaalanı, Küçükyalı Emek, Çengelköy Yunus Emre, İstanbul Sebze Hali ve İstanbul Büyük Otogarı Cumhuriyet Camilerinin de içinde bulunduğu 20 kadar caminin yazıları ona aittir. Son olarak Süleymaniye (2010) ve Fatih (2011) Camilerinin tarihî hatlarını restore eden Subaşı, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesinin kuruluşunda görev alarak Mütevelli Heyet üyeliğinde bulundu (2010), daha sonra da bu üniversitenin Güzel Sanatlar Fakültesi Kurucu Dekanlığına getirildi (2011-2021). Hâlen bu fakültede öğretim üyesi olarak görevini sürdürmektedir.