Makale

İSLAM SANATININ OLUŞUMU VE GELİŞİMİ

İSLAM SANATININ OLUŞUMU VE GELİŞİMİ
Dr. Mustafa Uğur KARADENİZ
Samsun Üniversitesi
İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi
“Kitâb-ı kâ’inât esrâr-ı Hakk’ı bî-dehen söyler”
Nâbî

“Allah güzeldir, güzeli sever.” hadisi, İslam’da sanat kavramının çerçevesini çizmiştir denebilir. İslam sanat tasavvurunda “güzel” kavramı mevzubahis olunca kastın Allah yahut onun sıfatlarından biri olduğu hatırda tutulmalıdır. Güzellik, bu durumda insan eliyle üretilen bir kavram değil; Allah’ın kendi güzelliğinin tecellisi yoluyla ihsan buyurduğu keşfedilecek bir kavram, tabiatta bulunan izlerin takip edilmesi suretiyle ulaşılacak bir menzildir. Müslüman muhayyilenin sanatla ilişkisinde dıştan içe içten dışa bir yol izlemesi de bu kavrayışa dayanır. Güzel olanın ilahi olandan ayrılmaması, sanatın, güzelliği icat etmek ya da yaratmak değil var olana işaret etmek amacıyla doğduğunu gösterir.

İslam’da tabiatla kurulan çok boyutlu ilişkide tabiatın bir işaret olarak varlığı esastır. Hem sanatsal güzelliğe hem de bilgiye ulaşmak için tabiat temel zemindir. İslam düşüncesinde sanatın bilgi ile güçlü bir bağı vardır. Gerçeğin bilgisinden ayrı düşünülmeyen sanat, bilimler kategorisi içinde yer alır. Günümüzde sanatın aynı zamanda bir ilim olduğu bilinci ihmal edildiği için onun hakikatle olan irtibatı kesilmiştir, denebilir. Sanatın artık bilimle irtibatının kesilmesi, güzelliğin Hakk’ın da herhangi bir yönüne tekabül etmediğini düşünmenin sonucudur. Oysa bilgi düzeyini koruyarak ve güzelliği temaşa ederek hakikate ulaşma cehdi, sanatkârı kendi bireysel çatışmaları içinde kaybolmaktan korur. Böyle bir çaba; ne gizemli, maceralı olan ne de yolcusunu bilinmezliklere terk eden bir yolculuktur. İslam sanatında yürünen yol aynı yol olsa hatta daha önce yürünmüş bile olsa tecrübenin derecesine göre çeşitlenen huzur dolu temaşadır dimağda kalan. İslam estetiğinde sanatkâr, sanata bir şükür vesilesi olarak bakar. Tecrübe edilen olgu ya da hakikatin dile getirilmesinde sanatı, daha doğrudan ve daha canlı ve yoğun bir ifade imkânına sahip olması bakımından tercih eder.

İslam sanatı ile İslam dinine dair akli ve naklî ilimler arasında güçlü bir ilişkinin varlığı söz konusu olmakla birlikte İslam sanatının yetkin ürünleri verildiğinde bu ilimlerin ciddi bir kısmının henüz bağımsız bir disiplin oluşturmadığı ve gelişim düzeyinde olduğu da unutulmamalıdır. Allah her işte ihsanı (hüsn-güzellik) emretmiştir fehvasınca güzellik her zaman ilk aranan edim olmuştur. Bu sanatın hikmete dayanan güçlü bir yönü vardır. Her işte güzelliği arama aynı zamanda bir hikmet yürüyüşüdür. Erken dönemde dinî ilimlerin bile henüz bağımsız bir disiplin teşkil etmediği bir zamanda İslam sanatının yetkin ürünleri ile karşılaşmak böyle bir çabanın sonucudur.

Sanatın, hikmeti arayış çabasının sonucu olarak hakikatin görünenle sınırlı olmadığı onu da aşan/aşkın bir düzeye sahip olduğu düşüncesiyle manevi bir zenginlik barındırması da bu yüzdendir. Görünenin dışında gaybın hazinelerini ifade çabası olarak kendine yer bulmuştur İslam sanatı. İdrak edilebilir dünyadan “mavera”ya ulaşma arzusu geometrik ve tezyini bir sanat formu doğurmuştur.

Doğayı olduğu gibi taklit etmeden onunla uyum içerisinde kalarak yine onun ilahi güzelliğin bir yansıması olduğu bilincinden hareketle, bir rekabete de girişmeden mahviyetkâr bir tutum içerisinde sadece onun prensiplerini yansıtan bir üslup tercih edilmiştir. Bu sanatın Allah ve insan arasında bir gerilime mahal bırakmaması da bu mahviyetkâr tutumun bir sonucudur. İslam’da sanatın, bir güç vehmiyle rekabet derekesine düşmeden kulluk bilinciyle ibadet derecesine yükselmesi, muhatabını da bu sürura davet eden aşkın bir boyut kazanmasını sağlamıştır. Söz gelimi, İslam sanatkârları arasında hattatların müstesna bir yeri vardır ve hattatlar, âlim muamelesi görürler. Çünkü hüsn-i hat hem yazana hem okuyana sevap kazandıran özel bir sanattır. Doğrusu bu, tüm İslam sanatlarına teşmil edilebilir. Hattatların, bu estetik yazıların altına “Allah bu yazıyı yazana ve okuyana rahmet etsin.” notunu eklemeleri bunun göstergesidir. Sadece hüsn-i hatta değil sanat ve ibadet ilişkisini mimaride, şiirde, musikide ve tezyin gibi diğer sanatlarda da görmek mümkündür. Sanatkâr, Allah’a teslimiyeti ve beşer olduğu bilinci ile kendisini yüceltmekten içtinap eder.

Tabiat, Allah’ı hatırlatan, O’nun yarattığı ve yine insana müsahhar kıldığı bir mekân olarak sanatkârda büyüklenme vehmi değil bir hikmet arayışı ve teslimiyet sevinci doğurur. Asıl sanatkâr, es-Sâni’ olan Allah’tır. İslam sanatı, Allah’tan gelen bir ilhamla yine O’nun huzuruna sunulan tevazu dolu bir ibadettir. İslam sanatı, dünya hayatının gailesi içinde ve kendi arzularının pençesinde kalan insanı bütün bunlarla helal-haram sınırları içerisinde dengeli bir tutuma çağırarak bir güzelleştirme yürüyüşü olarak doğmuştur. İslami estetik anlayışında, güzel sadece göze hitap etmediğinden salt duyusal sınırlara hapsolmuş da değildir. Çok daha şümullü bir şekilde hayatın her veçhesini içine alır. Sanat ve amel sözcüğü arasındaki anlamsal yakınlıkta da görülebileceği üzere İslam’da sanat, ahlakın bir parçası olarak amel kategorisinde yer alır. İslam’da güzel ve iyinin ayrılmaz birlikteliği sanatın da “ibadet” mefhumu ile olan güçlü ilişkisini ön plana çıkarır.

İslam sanatının, Hz. Peygamber’in vefatından bir asır bile geçmeden her bakımdan ikna edici ve bir üslup bütünlüğü içinde ilkelerini asırlarca koruyup devam ettiren bir kıvama ulaştığı kabul edilir. Bu kıvam; dünya ve ahiret, hayat ve ölüm, soyut ve somut, teori ve pratik, biçim ve anlam “iki”liklerini kendine özgü bir vahdete eriştirmenin aldığı yeni bir hâldir. Asıl kaynağını Kur’an ve sünnetten alır. İslam sanatındaki din mührü, İslam’ın bu temel kaynaklarına dayanır. Bu yüzden bu sanat sadece Müslümanlar eliyle icra edildiği için İslam sanatı adını almaz, ilkesel olarak da vahye dayandığı için “İslam sanatı”dır. İslami prensipler doğrultusunda estetik teorilerin pek dile getirilmemiş olması, bu sanat anlayışında önemli bir eksiklik olarak görülmemelidir. Bu biraz da sanatkâr ve düşünürlerin sanatla ilgili yaklaşımlarından kaynaklanmaktadır. Mahmud Bedreddin Yazır’ın, hocasından aktardığı şu cümle gelenekte estetik teorilere bakışı yansıtması açısından mühimdir: “Güzel yazının meddahlığını yapmaktansa kendisini yazmak daha yakın bir bilgi, daha zevkli bir anlayış sağlamaz mı?” İslam’da sanat ahlakın bir şubesi olarak ele alındığından müstakil bir kuram olarak ortaya çıkmamıştır.

İslam’a uygun bir sanatın oluşmasında göçebelik faktörünü öne çıkaran Burckhardt, bunda ihtida etmiş yerleşik toplumların sanat mirasının da katkısından söz eder. Erken dönem fetih faaliyetlerinin yoğunluğu şiirde olduğu gibi birçok sanata da ilginin azalmasına neden olmuştur. Bir süre sonra göçebe kültür yeni kültürlerle tanışarak İslam’a uygun bir sanat anlayışına ulaşmıştır. Emeviler döneminin sonuna doğru sanat, gerçek bir kıymet kazanmıştır. Bununla birlikte Burckhardt’ın erken dönem mimari eserlerini, Bizans kiliselerine karşı İslam zaferini fark ettirme çabası olarak açıklaması yanlış olmasa bile eksik bir izah sayılmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber’in bizzat planını kendi çizdiği Mescid-i Nebevi ile onun bitişiğinde bir koruluk gibi uzanan ve revak formunu andıran eşlerinin odaları, İslam mimarisinde hâkim bir form olarak başlı başına özgün bir modeldir. Burckhardt, bu etkide yine de hakkı teslim etmek için tam doymuş bir eriyiğin birden kristalleşmesi benzetmesini kullanır. Böylece bir etki varsa bile bu, kesinlikle taklit değil esinlenme yoluyla kendine özgü bir form ve üsluba ulaşmadır.

İslam’da şehir düzeninde evin, caminin bir uzantısı olmasının ilkesel dayanağı Hz. Peygamber’in evinin de caminin bir uzantısı olmasıdır. Bir Müslüman tıpkı evine giriyormuş gibi camiye girerken de ayakkabılarını çıkarır. Bir cami duvarına uygun düşmeyecek hiçbir tezyinat evin duvarında da görülmez.

Özellikle görsel İslam sanatlarının doğuşunda erken dönem fetih faaliyetlerinin etkisinden sık söz edilir. Yine de bu etkinin İslam sanatının ilk yıllarıyla sınırlı olduğu bilinmelidir. İlk fatihler değil ama onların torunları ilk eserleri yapmış yahut himaye etmiştir. İlk örnekler de Suriye-Irak bölgesinde kendisini göstermiştir. İlk önemli anıt yapı olarak Kubbetü’s-Sahra kabul edilir. Onu özgün bir örnek olarak Şam Ulu Camii takip eder. Miladi VIII. yy’dan sonra ise Kurtuba Ulu Camii ve İbn Tulun Camii aşılmaz birer şaheser olarak İslam sanatının kendi özgün dil ve ifadesini bulan örnekleridir. XVI. yy’da Süleymaniye ve Selimiye camileri ile Mimar Sinan, asırların birikiminden faydalanarak bu sanat anlayışını bir inci saflığında taçlandırmıştır.

Osmanlı camileri; kendi özgün dil ve ifadesini bulan İslam mimarisini Turgut Cansever’in tespitiyle söylersek: dinî düşüncenin günlük yaşanan hayattan daha üst bir mevkide yer aldığını gösterir biçimde şehir mimarisinde daha belirgin ve fark edilir bir düzeye eriştirmiştir. Bu yapılar, son derece fonksiyonel olmanın zarafete mal olmayacağını gösteren müstesna ve zarif mimari örnekleridir. Böylece fonksiyonel olduğu derecede güzel olduğu kabul edilen son derece zarif bir sanat anlayışına ulaşılmıştır.