Makale

RESULÜLLAH’IN CENNETTEKİ KOMŞUSU: UKKÂŞE B. MİHSAN

RESULÜLLAH’IN CENNETTEKİ KOMŞUSU: UKKÂŞE B. MİHSAN

Doç. Dr. Yaşar Akaslan
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Veda Haccı sonrasıydı. Medine en zor günlerini yaşıyordu. Resulüllah’ın hastalığı günden güne ilerliyordu. Ateşler içinde kıvranan Hz. Peygamber (s.a.s.), bu süreçte sahabeye namaz kıldırmak için dahi hane-i saadetten çıkıp mescide gidememişti. Namazları Hz. Ebubekir (r.a.) kıldırıyordu. Anlaşılan Resulüllah’ın bu dünyaya veda vakti yaklaşıyordu. Sahabenin yüzü gülmüyor, ağızlarını bıçak açmıyordu. Hasta yatağında terden sırılsıklam olmasına rağmen nice hatıraları beraber yaşadığı dostlarını izlemeyi de ihmal etmeyen Allah Resulü, hastalığı hafiflediği bir sırada ılık suyla abdestini aldı, sahabilerin mescitte toplanması için Bilâl-i Habeşî’den ezan okumasını istedi. Ezanın ardından Resulüllah, Mescid-i Nebevî’ye çıkageldi. Hz. Peygamber’in bu dünyadaki son zamanlarını geçirdiğini fark eden ve belki de onu son kez göreceklerini düşünen gözleri nemli sahabiler tam tekmil mescitteydi. Resulüllah’ın içeri girdiğini gördüklerinde hemen ayağa kalkarak mihraba geçmesi için ona yer açtılar. Allah Resulü zor da olsa namazı kıldırabildi. Bir eliyle minberi diğer eliyle de asasını tutan benzi solmuş ve bitkin bir hâlde insanlara şöyle hitap etti: “Dostlarım! Ben risalet görevimi yerine getirdim. Allah’ın dinini elimden geldiğince size anlatmaya çalıştım. Belki bundan sonra görüşemeyeceğiz. Bu süre zarfında kimin benim üzerimde hakkı kaldıysa, farkında olmadan hanginize kötü bir söz söyleyip onu kırmışsam, kıyamet günü hesaplaşıp hakkını almadan önce, şimdi, onun ayağa kalkıp hakkını benden almasını istiyorum. Bugün helalleşme günüdür.” Bu sözle birlikte mescitteki herkes hıçkırıklara boğuldu. Kimse konuşamıyordu. Hiç kimse kalkmayınca Resulüllah aynı sözleri iki kez daha tekrar etti. Sözünü tamamladığında, arka saflarda bulunan kırklı yaşlarda bir şahıs ayağa kalktı ve “Benim sizden alacağım var ya Resulallah!” dedi. Mescit bir anda buz kesmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), onu yanına çağırdı. Sahabilerin çatık kaşları ve öfkeli bakışları arasında hakkını isteyen şahıs en ön safa doğru ilerledi. Allah Resulü meseleyi kendisine hatırlatmasını isteyince o şahıs şunları söyledi: “Bir savaştan sonra gazilerin arasındaydım. Tam ayrılmak üzereyken develerimiz yan yana geldi. Size yakın olabilmek için yaklaştığımda, kırbacınızla sırtıma değdiniz. Bunu kasten mi yaptınız, yoksa devenize vururken kazara kırbacınız bana mı çarptı bilemiyorum. Ancak o anda canım çok yanmıştı. Bu bir hak ise hakkımı istiyorum.” Bunun üzerine Hz. Peygamber “Sana kasten vurmaktan Allah’a sığınırım.” buyurdu. Kısas için sırtını döndü, “Haydi vur ve hakkını helal et!” dedi. Ancak o şahıs “Olmaz ey Allah’ın elçisi! Siz bana kırbacınızla vurdunuz, aynı kırbacı isterim. Ayrıca siz bana vururken sırtım çıplaktı. Sizin de aynı durumda olmanız gerekir.” Kendilerini tutamayan hiddetlenen sahabiler galeyana gelmişlerdi. Kimi öfkeden yerinde duramıyor, kimi parmaklarını ısırıyor, kendini kontrol edemeyecek olanlar mescidin dışına çıkıyordu. Hıçkırıklara boğulan sahabiler zaten ayakta zor durabilen Resulüllah’ın hasta olduğunu ifade ederek yalvarırcasına o şahıstan kısastan vazgeçmesini istiyorlardı. Herkes ağlamaktaydı. Hak sahibi ise başını öne eğmiş sessiz bekliyordu.

Resulüllah, şaşkına dönen ve sakin olmalarını işaret ettiği ashab-ı kiramı yatıştırdı. Bilâl-i Habeşî’yi de Hz. Fâtıma validemize gönderip daha evvel ona hediye ettiği kırbacını getirmesini emretti. Yaşlı gözlerle Hz. Fâtıma’nın evine gidip kapısını çalan Bilâl-i Habeşî, Resulüllah’ın kırbacını istediğini söylemesi üzerine Hz. Fâtıma “Bugün bir sefere hazırlığı yok. Kaldı ki babacığımın kırbaç kullanabilecek takati de yok. Ne yapacak ki kırbacı?” diye sordu. “Babanız borçlarını ödüyor. Dünyayı terk edecek, vakit yaklaştı sanırım. Bu yüzden de kendisinde hakkı olanların haklarını alması için kendisine kısas yapılmasını istiyor.” dedi. Bunun üzerine Hz. Fatıma gözyaşlarıyla şu sözleri sarf etti: “Söylediklerini kulakların duyuyor mu ey Bilâl! Allah’ın elçisine kısas yapmayı kendisine layık gören de kimdir? Ali orada değil miydi, bir şey yapmadı mı? Kuzularım Hasan ile Hüseyin’e haber ver. O şahsın yanına gitsinler, hâlâ kısas istiyorsa hakkını onlardan alsın. Hasta babacığıma vurmasına izin vermesinler.” dedi. Nihayet Bilâl-i Habeşî’nin alıp getirdiği kırbacı Resulüllah, kısas isteyen şahsa verdi, gömleğini çıkardı ve sırtına vurmasını istedi. Ashab-ı kiram dehşet içinde ve hıçkırıklarla bu sahneyi izliyordu. Ağlama sesleri mescidin dışına taşmıştı. Tarif edilemez anlar yaşanıyordu Medine’de. Tarih, tüm sahabenin bulunduğu bir ortamda Resulüllah’a kırbaçla vurulduğunu nasıl yazacaktı?

Mescid-i Nebevi’deki herkes bu olağanüstü anları bambaşka duygular eşliğinde izliyordu. Kalpleri durduracak o dehşet anlarının yaşandığı sırada hak sahibi şahıs kırbacı kaldırmıştı artık. Herkesin kısasın gerçekleşmesini beklerken o sahabi kırbacı yere attı ve şöyle dedi: “Anam babam sana feda olsun ya Resulüllah! Kalp taşıyan hangi insan size kısas yapmaya, vurmaya cüret edebilir ki? Hele hele ben size hiç kıyabilir miyim? Kıyamet gününde Allah’ın beni affetmesini umarak kısastan vazgeçiyorum. Asıl siz beni affedin! Amacım sizi üzmek değildi. Dostlarınızla helalleştiğiniz için artık bu dünyadaki son günlerinizdir diye düşündüm ve son kez size dokunmak istemiştim.” Sımsıkı sarıldığı Resulüllah’ın mübarek sırtının iki kürek kemiği arasındaki nübüvvet mührünü öptü de öptü. Bir taraftan da hüngür hüngür ağlıyordu. Ortalık sakinleşmiş, orada bulunanlar rahat bir nefes almışlardı. Hz. Peygamber de bu sahabinin alnından öptü ve mescittekilere dönerek şöyle buyurdu: “Kim cennetteki arkadaşımı görmek isterse bu adama baksın!” (el-Heysemî, Mecme‘uz-zevâid, 14:403-408)

Allah Resulü’ne cennette komşu olma bahtiyarlığına eren ve yürekleri ağza getiren bu kişinin adı Ukkâşe b. Mihsan’dır. Ukkâşe, doğup büyüdüğü Mekke’de büyükten küçüğüne herkesin sevip saydığı bir insandı. “insanların en güzellerinden” (el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:253) şeklinde tavsif edilen Ukkâşe, yakışıklılığıyla dikkatleri üzerine çeken bir şahsiyetti. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 3:86) Mekke’de yirmili yaşların başlarında bir delikanlıyken ilk Müslümanlar arasında yer aldı ve çevresinin de iman ile şereflenmelerine vesile oldu. Kureyşli müşrikler, çok sevdikleri bu delikanlının Müslüman olmasını ve çevresini etkilemesini hazmedemediler. Ona karşı türlü eziyet ve yıldırma yollarını denediler. İşkence ve zulümden yıldığı zor zamanlarda Ukkâşe, Medine’ye hicret etti.

Cesaret ve kuvvetiyle maruf Ukkâşe, Medine’ye hicretten sonra suffede kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile birlikte Bedir, Uhud, Hendek başta olmak üzere bütün muharebelere katıldı. Ona zarar gelmesin diye Bedir Savaşı’nda yanı başındaydı. Savaşta sıcak çatışmaların yaşandığı bir sırada kılıcı kırıldı. Resulüllah bu durumu görünce ona bir sopa verdi ve “Bununla savaş, ey Ukkâşe!” buyurdu. Ukkâşe savaşa onunla devam etti. Bu münasebetle bu sopayı Bedir’de ve daha sonra katıldığı savaşlarda hep yanında taşıyıp kullandı.

Allah Resulü, savaşlarda süvari olarak mücadelesiyle şöhret bulan Ukkâşe hakkında “Araplar’ın en iyi süvarisi bizdedir.” demek suretiyle ondan övgüyle bahsetmiştir. (İbn Hişâm, Sîretü’n-nebeviyye, 2:278-279) Öyle ki bir gün Ukkâşe’nin mensup olduğu Esedoğulları kabilesinden Dırâr b. Ezver, “Ukkâşe bizim kabilemizdendir ey Allah’ın Resulü!” diyerek onu sahiplenmek istediğinde, Resulüllah “Hayır, o sizden değil bizdendir.” buyurmak suretiyle onu ne denli sevdiğini ve sahiplendiğini göstermiştir.

Son derece dikkatli ve zeki biri olan Ukkâşe, Resulüllah’ın ağzından çıkan her söze dikkat kesilir ve gereğini yapma konusunda hiç ihmal göstermezdi. Onun ne kadar dikkatli ve güzellikleri yakalama konusunda ne derece fırsat kollayan biri olduğunu şu olay gözler önüne sermektedir: Bir gün Resulüllah, şöyle buyurur: “Cennete ilk girecek kimselerin simaları, âdeta dolunaydaki ay kadar aydınlıktır. Sonra onları takip edenlerin yüzleri, en parlak yıldızın semayı aydınlatması gibidir.” Ukkâşe, “Ey Allah’ın Nebisi! Benim onlardan biri olmam için dua eder misiniz?” dediğinde Resulüllah şu şekilde duada bulunmuştur: “Ya Rabbi! Ukkâşe’yi onlardan kıl!” (el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:253)

Hz. Ebubekir (r.a.), hilafeti döneminde dinden dönme hareketleri baş gösterdiğinde Hâlid b. Velîd (r.a.) komutasında bir orduyu peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha üzerine gönderdi. Keşif ve istihbarat için Ukkâşe ile Sâbit b. Akrem bölgeye görevlendirildi. Bu iki cengâver, yüklendikleri vazifeyi yerine getirmek üzere yola çıktılar. Bir süre sonra yolda Tuleyha’nın kardeşi Hibâl ile karşılaştılar. Aralarında sıcak bir çatışma gerçekleşti. Hibâl öldürüldü. Kardeşinin ölüm haberini alan Tuleyha oldukça öfkelendi ve intikam yemini etti. Kalabalık bir orduyla bu iki kahraman sahabiye saldırarak Buzâha denilen mevkide onları acımasızca şehit etti ve mübarek naaşlarını paramparça etti. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 3:86)

Bir an bile tereddüt etmeden tüm zor anlarında Hz. Peygamber’in yanında yer alan, cesareti ve samimiyetiyle sahabenin gönüllerinde taht kuran Ukkâşe, Resulüllah’a olan bağlılığını 44 yaşında şehadet şerbetini içerek tüm âleme göstermiş oldu.