Makale

KADİM ŞEHİR TARSUS

KADİM ŞEHİR TARSUS

Zeynep Uzun

Bu sabah uzun zamandır görüşmediğim eski bir dostun hasretiyle yatağımdan fırladım. İstanbul, sabahın ilk ışıklarını selamlıyor; gece, gökyüzünden olanca ahesteliğiyle eteklerini toplayarak çekiliyordu. Bu hızlı şehir için oldukça yavaş sıyrılma, beni eski günlerin hatırını daha fazla düşünmeye itiyor, bir şey arabama atlayıp bir an evvel Tarsus yollarına koyulmam için içimi dürtüyordu. Kaç zamandır ertelediğim, işimden, toplantılarımdan ve dahi okumam gereken kitaplarımdan fırsat bulamadığım yolculuğuma bir büyük hasret çekiyordu beni. Daha fazla oyalanmamalı hatta defter ve kalem dışında ihtiyaç araştırmadan bir küçük çanta ile yola koyulmalıydım. Yapmam gerekenler, içimi kemirip lime lime etmeden kendimi arabamda buluverdim. İçimdeki bahar, henüz tomurcuklanan ağaçları kıskandırırcasına yeşil, kalbim göçten sonra asıl yurduna dönen kuşlar gibi şendi. Dostun yanı bundan daha fazlasıydı elbet.

İstanbul Tarsus arası yaklaşık 11 saat sürüyor. Mola verirseniz bu süre daha da uzuyor tabii. Ben durup dinlenmeden, bahar yağmurlarıyla sulanan toprağın kokusunu içime çekmeden uzun kilometreler gidebilecek biri değilim. Sakarya’da is kokulu ve demli bir semaver çayı eşliğinde bal kaymak ile iyi bir kahvaltı yapıyorum. Karadeniz yeşilinin insanın ruhunu okşadığı bir tepeden önce Sakarya’yı birkaç dakikalığına da olsa seyre dalmayı ihmal etmiyorum elbet. Endamlı bir rüzgâr yanaklarımı ve burnumu gıdıklıyor, hafif soğuksa tenimi iğneliyor. Ciğerlerime doldurduğum oksijen ve buruk çayın dilimdeki tadı beni Ankara’ya kadar götürmeye yeter doğrusu. Yeniden arabama atlıyorum ve Münir Nurettin Selçuk’un kulaklarıma ve ruhuma iyi gelişini civardaki tarlaları seyrederek onaylıyorum. Otobanda olduğum için arabamı bir köşeye çekip toprağın kıştan kalan ayazla karışık güneş kokusunu yazmayı başaramasam da bunun acısını Tarsus’ta çıkarmak için kendimi devamlı güdüler bir vaziyetteyim. Dosta giderken yolculuğumu anbean hissetme gayretindeyim. İçimin yolları çıkmaz sokaklarından birer birer kurtuluyor sanki. "Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz." hadisinden nemalanıyorum usulca.

Evet, Tarsus’a 30 km, dosta 10 kala. Buraya dair şu ana kadar ne duyduysam ve okuduysam hatırlamaya başlıyorum. Kahvaltım esnasında telefonumdan kısaca bakındığım tarihçe zihnimde beliriyor. Çeşitli rivayetler olsa da buranın kurucusunun Asur hükümdarı Sardanapal olduğu, söylentilerden en yaygın olanı. Asurlulardan sonra İskender’in eline geçiyor. Ayrıca Hristiyanlığın kurucularından kabul edilen Aziz Pavlus’un burada doğmuş olması da yine burayı ilginç ve oldukça köklü, eski kılıyor. Tarsus, şimdi Mersin iline bağlı bir ilçe olsa da Romalıların elindeyken Tarsus Çayı’nın tam ortadan geçtiği bir kent. Tarsus’un tarihi, İslamiyet’in ortaya çıkışından kısa süre sonra, oldukça hareketli bir sürece girmeye başlamış. Miladi 639 yılında Müslümanların fethiyle burada artık yeni bir medeniyetin izleri görülmeye başlanmış. Özellikle Abbasi hükümdarı Halife Memun döneminde Tarsus’ta ilmî çalışmalar oldukça ön plana çıkmış. Memlûkler, Dulkadiroğulları derken Yavuz Sultan Selim’le Osmanlı topraklarına katılmış.

Şehirler de insanlar gibi yorulur mu bilmem ama kadim kentlerin hayat hakkında olgun ve daha tecrübeli olduklarına kalpten inanıyorum. Sanki annemin çeyizlik sandığının kokusu sinmiştir sokaklarına ve duvarlar safran sarısından hâllice öylece durmaktadır. Nedendir bilinmez, kaç kuşak öteden dedemle ve ninemle oturup sohbet ediyormuşum gibi bir hisse kapılırım dağına taşına bakınca.

Tarsus’a vardığımda saat gece yarısını geçmiş çoktan. Dostumla hâlleşiyoruz. Bir yanık çoban türküsü gibi geliyor gecenin sohbeti. Ezan sesiyle irkiliyorum. İçim kıpır kıpır oluyor. Keşfedilmeyi bekleyen nice mekânın planını geceden yapmışız. Kahvaltımızı yapıp hemencecik yola koyuluyoruz. Tarsus’un ağırbaşlı, sakin ve huzurlu bir ihtiyar gibi hissettiğim kimliğinin dostuma da sinmiş olduğunu fark ediyorum. Hâli ve tavrı öyle dervişane ve bilgece geliyor ki hayretle onu seyre daldığım esnada arabayı durduruyoruz. Görülmeye değer ilk durağımız Danyal Peygamber’in kabri oluyor.

Danyal Peygamber’in Kabri

Kabr-i şerifi görmek için ilerlerken bir tabela karşılıyor bizi. Restorasyon çalışmaları varmış ama yine de ziyaret etmemizde bir sakınca yok. Zemini taştan olan bu yerin üstünde camdan bir yol bulunuyor ve yolu takip ettikçe daha aşağıya iniyorsunuz. Kabir oldukça derinde kalıyor. Bunun hikmetini araştırıyorum hemen. Rivayete göre Hz. Ömer zamanında Tarsus fethedildiğinde Ebu Musa el-Eşari orada bulduğu mezarı açtırır ve altın iplikle işlenmiş bir kumaşa sarılı uzun boylu bir erkek vücudu bulur. Bunu Hz. Ömer’e haber verir. Onun Danyal Peygamber olduğunu anlayan Hz. Ömer, Sûs halkının bu mezarı bulmamaları için daha derine gömdürür ve Berdan ırmağından gelen bir çayın suyunu mezarın üzerinden geçirir.

Ulu Cami

Danyal Peygamber’in kabrinden çıkar çıkmaz Ulu Cami karşılıyor bizi. Öğlen namazını kılmak için o tarafa yöneliyoruz. Oldukça geniş sayılabilecek bir avludan geçiyoruz. Aziz Piyer Kilisesi’nin kalıntıları üzerine yapılan camide Hz. Şit ve Lokman Hekim’in makamlarının yanı sıra Abbasi Halifesi Memun ve Kâdirî tarikatı şeyhlerinden şeyh Muhammed Hasan’ın kabristanı bulunuyor.

Kırkkaşık Bedesteni

Kesme taştan yapılan camiden çıkar çıkmaz keskin bir baharat kokusu selamlıyor bizi. Hemen yanı başımızdaki tarihî bedesten dikkatimizi çekiyor. Bir yaşlı teyze gülümseyerek bakıyor ve sıra sıra dizdiği tespihlerden elimize tutuşturuyor. 1579 yılında Ulu Cami ile birlikte yaptırılan Kırkkaşık Bedesteni, imarethane (aşevi) ve medrese olarak kullanılmış. Dikdörtgen şeklinde tasarlanan bedestenin tamamı tıpkı cami gibi kesme taştan yapılmış. Üzeri de beş kat kubbe ile örülmüş. Toplamda 25 odalı olan bedesten, adını, dış cephesindeki kaşık süslemesinden almış.

Kleopatra Kapısı

Yeniden aracımızdayız. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bahsettiği Kleopatra Kapısı’na gidiyoruz bu defa. Bizans döneminde inşa edilen bu kapı oldukça ilgimi çekiyor. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde buradan İskele Kapısı olarak bahsetmesinin sebebini anlamaya çalışıyorum. Tarsus’ta deniz yok. Yüzyıllar önce çekilmiş olabilir mi diye düşünüyorum. Öyle ya, adı niçin İskele Kapısı olsun ki? Vardır elbet bir hikmeti diyorum. Bizi eskiye götüren bu kapıdan sonra sırada Ashab-ı Kehf Mağarası bulunuyor. Yine yollardayız.

Ashab-ı Kehf Mağarası

Tarsus’un merkezinden epeyce uzaklaşıyoruz. Navigasyona göre aşağı yukarı 12 km uzaklıkta bulunuyor Ashab-ı Kehf mağarası. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan gençlerin kıssasını bilirsiniz. Ashab-ı Kehf, çok tanrılı dinden sıyrılıp tek tanrıya inandıkları için büyük bir zulüm ve baskı görürler. Bu mağaraya sığınırlar ve 309 yıl süren derin bir uykuya dalarlar. Uyandıklarında her şey değişmiş, tek tanrılı din ise bu topraklara hâkim olmuştur. Mağaraya giriyoruz ve son derece karanlık bu mağaradaki soğuk içimi ürpertiyor. Sanki o dönemlerde yaşıyormuşum gibi bir his ve tuhaf bir korku ruhumu kaplıyor.

Akşam saatleri yaklaşıyor. Daha görmek istediğimiz yerler var. Geziye ertesi gün devam edeceğiz. Ancak bugünlük bir de Kubatpaşa Medresesini görelim diyoruz. Yine yoldayız. Akşamın hafif esintisi yanaklarımızı okşuyor. Ve nihayet hedefimize ulaşıyoruz. Hemen sağımızda duruyor medrese.

Kubat Paşa Medresesi

Eğitim kurumlarının farklı bir cazibesi vardır içimde her zaman. Hele de söz konusu medreseler olunca. İlmin nefes aldığı ve nefes kattığı bu yerler beni baştan sona tazeliyor. 1557 yılında Ramazanoğulları Beyi Kubat Paşa tarafından yaptırılan medrese de Selçuklu mimarisinin güzel bir örneği. 16 odalı, sarı ve oymalı taşları, küçük ve kısa kapılarıyla medrese, kent müzesi olarak kullanılmayı bekliyor.

Evet, oldukça yoruluyoruz. Akşam saatleri çöktü bile çoktan. Şimdi güzel bir yöresel lezzetle tanışıp yola revan olma vakti geliyor. Bugünkü menümüz fındık lahmacun ve kerebiç tatlısı. Yemekleri anlatmıyorum ve bir an önce gelip bu lezzetlerin tadına varmanız için bir çağrıda bulunuyorum. Bugünkü gezimiz bu kadar. Bakalım yarın Tarsus’un gizemli ve kadim tarihi bizi nerelere çekecek?