Makale

UZMANINA SORDUK

UZMANINA SORDUK

Prof. Dr. Bilal Kemİklİ

Yunus Emre, “Yaban yolun gözetme / Yol evde taşra gitme” dizelerinde yürünecek asıl yolun insanın içinden geçtiğini, dışarıda bir yol aramanın beyhudeliğini anlatır. Bu dizelerden hareketle taşra gitmek anlamsızdır, yol içeride, özdedir, diyebilir miyiz? Öze dönüş dışa/taşraya değil, içe doğru bir kazı mıdır?

Yunus Emre bu dizelerinde bize evvela varlığın iki mahiyet taşıdığını söylüyor. İlim tarihimizde bunu kavramlaştırırken zahir ve bâtın derler. Yani taşra kelimesi bazen zahir anlamında kullanılır. Zahir kamusal alandır. Zahiri temellendiren, bir düzene, bir ahenge sokan şey fıkıhtır. Fıkhımız, yaşadığımız hayat içerisinde yolumuzu tayin etmemizi, hak ve adalet içerisinde muamelede bulunmamızı temin eder. Genellikle insanlar hep kamusal alan hukukumuzu belirlerken hakikati de dışarıda arama peşindedirler. Yani burada Yunus’un işaret ettiği şey hakikatle alakalı bir konudur.

Hakikati nerede arayacağız? Hakikati taşrada değil, dışarıda değil, içimizde arayacağız. Peki, içimiz ne? İçimiz de bâtınımızı ifade ediyor. Yunus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye isimli eserinde şunu görüyoruz: Nasıl dışarıda bir şehir, bir kamusal alan içerisinde bir sokak, çarşı, devlet dairesi, bir yönetim varsa içimizde de bir şehir var ve bu içimizdeki şehrin hâkimiyetini elde etmek için mücadele eden iki tane temel grup var. Biri nefis, öbürü de ruh. Dışarıda da bir mücadele var; şehri yönetmek, hukuka müdahil olmak isteyen. Dışarıdaki düzeni koruyan hukuksa içimizdeki düzeni koruyan da hukuktur. Onun adı fıkh-ı bâtındır. Dışarıyı fıkh-ı zahir tahkim eder, içeriyi fıkh-ı bâtın. Fıkh-ı bâtın, içimizdeki şehri mamur etmemizi temin eden bir ilimdir. Ve bu ilmin adı daha sonra ahlak ya da tasavvuf olarak karşımıza çıkacak.

İnsan, ancak ahlaki açıdan olgunlaşarak hakikatine ulaşabilir. Ahlak-ı zemimeden yani kötü ahlaktan ahlak-ı hamideye yani güzel ahlaka doğru bir yolculuk yapmak. Bu yolculuğun adı Peygamberimizin ifadesiyle manevi hicrettir. Ve iyilik içerisinde de olgunlaşmak. Mesela sabırlı olmak iyi ahlaktır ama sabırda daha bir olgunlaşmak, onu içselleştirebilecek bir mahiyette bir tavır hâline dönüştürmek. Dilimizde sabır kavramı bir mana ifade etmez, onu bütünüyle yaşantımıza yansıtmamız gereklidir.

İnsan, bu yeryüzü serüveninde kendi hakikatini arayacaktır. Fakat bu, dışarıda olacak bir hadise değil. Dışarıda kendi hakikatinize ilişkin aynalar bulabilirsiniz; o aynalardan yola çıkarak kendinize bir çeki düzen verebilirsiniz. Fakat insan kendi iç âleminde bir yolculuğa çıkmadan dışarıya faydalı olamıyor. Bu iç yolculuğa sufiler seyr-ü sülûk de derler. İç âleminde bir seyahate çıkmanın anlamı, ahlaki açıdan kavramları içselleştirmek ve olgunlaşmaktır. Kendimizde arayıp kendimizde bulmak; olgunlaşmak, doğru bakmak, doğru düşünmek, doğru tefekkür edebilmek anlamına gelir. Bunları gerçekleştirdiğimizde kendi hakikatimize ulaşmış olacağız. “Nefsini tanıyan Rabbini tanır.” cümlesi de bunu ifade eder. Nefsini tanıyan Rabbini de tanır. Yani insan kendini ve Rabbini tanırsa kamusal düzende, taşrada daha verimli, daha faydalı olur. Toplumdaki hadiselere, çevreye, insanlara daha duyarlı olur.

Maalesef modern dönemlerde insanlar sosyalleşmeye daha çok ağırlık veriyorlar. İç dünyasında kendini keşfedemeyen insanın sosyalleşmesi bir fayda temin etmiyor. Sadece günü, zamanı tüketmeye sebebiyet verebiliyor. Başka başka arızaları da beraberinde getiriyor.

Nefsini bil, kendini bil... İnsanın kendini bilmesi, kendini bulması ancak içerideki yolculukla olur. Dışarıdaki yolculuk, seyahatlerimiz, gezip görmek tefekkür etmeye vesile oluyor. İnsanın içteki yolculuğu da tefekkürdür. Bu bakımdan Yunus’un izini takip eden Niyazi Mısri de aynı şeyi söylüyor: “Derman arardım derdime / Derdim bana derman imiş.” Derdin derman olması da insanın içe doğru bir yolculuğunu gerekli kılıyor. İnsanın derdi nedir? Bu yeryüzü serüveni içerisinde insanın derdi, kendi hakikatine ulaşmasıdır. Ve kendi hakikatine ulaştırarak âlemi anlaması, idrak etmesi, o kitabı okuyup Allah’ı bihakkın idrak etmesidir. Bu da ancak Yunus’un dediği gibi kendi evimize dönmekle olacaktır. Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman dışarıyı da mamur hâle getireceğiz.

Bir husus daha var tabii. Nedir o? İnsanlar yalnız kalmaktan hep korkarlar. Yunus, bihakkın mücerret kalalım demiyor. Bir dönem için bunu yapacağız. Bunu eski ulema, lüzumu’l-beyt diye nitelendirir. Lüzumu’l-beyt ya da sufilerin çile, halvet dedikleri kavramlar. Bunlar geçici bir dönemi ifade eder. Lüzumu’l-beytin manası, bir kitabı yazmak için, bir araştırma yapmak için insanın kendi evinde bulunup çalışmalar, araştırmalar yapmasıdır, yazı yazmasıdır. Kendi evinden kasıt bilim adamı için laboratuvardır, kütüphanedir mesela. Biraz kalabalıklardan uzaklaşıp uzlet hâlinde yapılacak olan çalışmaları yapmak. Sufiler; ahlaki tekâmül için erbain, çile ya da halvet dediğimiz bir eğitim sürecinden geçerler. Bu süreçte tevhidi bihakkın idrak ederek topluma dönerler. Yani orada sürekli kalmak yok. Elbette evimizin dışına çıkacağız, komşularımızla da temasa geçeceğiz ama önce olgunlaşmamız lazım. Önce bu yalnızlığı yaşamamız lazım. Kendi yalnızlığını yaşayamayanlar, kalabalıklar içerisinde kaybolurlar.

Öze dönüş çabaları bize, hem kendimize hem insanlığa dair neler kazandırır? Neleri keşfeder, nelerle yüzleşiriz?

Bu soru özellikle bu dönemde hakikaten beni çok meşgul eden bir sorudur. Zorunlu bir halvet yaşamak zorunda kaldık. Mesela bendeniz böyle bir süreç yaşadım. Bu süre içerisinde şunu gördüm: İnsan kalabalıklardan biraz uzaklaşıp kendi iç dünyasına döndüğünde aslında kendini keşfetmiş oluyor. Ben kimim? Bu yaşa kadar neler yaptım, neler ürettim? Kimin yarasına merhem oldum? Aslında insanın geriye dönüp yapıp ettiklerine bakmasını temin eden bir yolculuk bu bir bakıma. Muhasebe yapmanın yanında aynı zamanda Allah’ın bize lütfettiği nimetlerin farkına varıyoruz. Mesela bu dönem içerisinde sağlığın, nefes alıp vermenin, zamanın, ömrün bir nimet olduğunu anladık. Ve bu nimetleri yerli yerince kullandık mı, kullanmadık mı? Yeryüzüne gelişimizin manası ne? Niçin buradayız? Ayet-i celilede ifade edildiği gibi Allah’ı tanımak için buradayız. Yani oradaki "li-ya’budûn" kelimesini "li-ya’rifûn" olarak da tefsir eden, anlayanlar da vardır. Allah’a ibadet etmek aslında Allah’ı tanımaktır. Allah’ı tanımak ilimle olur. İnsan, kendi iç dünyasında Allah’ın ona kodladığı bir ilim taşıyor. Özümüzde, cevherimizde taşıdığımız o manayı ortaya çıkaracak bir muhasebe ya da bir yolculuk yapmış oluyoruz. İşte biz buna sufilerin lisanıyla murakabe, müşahede diyoruz. Müşahede ve murakabe, tefekkürün daha derin bir boyutunu ifade ediyor.

Kendine giderek yabancılaşan modern insanın hakikat yolculuğunda nelere dikkat kesilmesi gerekir?

Son dönemlerde, takriben 20 yıldır bir modernizm eleştirisi var. Batı, bunu postmodernizm kavramıyla temellendirmeye çalışıyor ama bizler; hızlı göç, çarpık şehirleşme, insanın toprağından, ailesinden kopması, değerlerden uzaklaşma gibi temel problemlerle yüzleştikçe yabancılaşma kavramını da çokça kullanır olduk. Yani insan kendine yabancılaşıyor. Bu kendine yabancılaşma ile birlikte yeni bir “ben” inşa ediyor. Yani kendi derken kendimiz neyiz? Kendimiz evet, bir fert olarak bir kişiyiz, bir şahsiyetiz, bir insanız ama içine doğduğumuz muhitin, çevrenin insanıyız. Yabancılaşma derken aslında insanın evvelemirde kendi çevresine yabancılaşmasından söz ediyoruz.

Şehirleşmeyle birlikte insan doğal toprağından, mahallesinden, muhitinden uzaklaştıkça ister istemez kendine, kendi içinde bulunduğu tarihsel birikime, örfe, kültüre, aileye yabancılaşmış, değerler manzumesinden uzaklaşmış oluyor.

İnsan kazı yaparken aslında kendisiyle buluşuyor, kendisiyle tanışıyor... Kazı yapmak önce insanın kendisiyle tanışması yani kendine ayna tutması, kendisini bilmesi, kendisi ile buluşması anlamına geliyordu. Dolayısıyla içimizdeki yolculuğu düşünmek bilhassa bu salgın döneminde bu zorunlu hâle de geldi. Aslında kendimizi korumak için evimize geliyoruz. Yine de kendimizi o yabancılaşmaya, değerlerden uzaklaşmaya karşı korumamızın yolunun bu olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.

İnsanın kendi evine gelmesi, kendi hakikati ile buluşması, yabancılaşmaktan kurtulması, mihverden uzaklaşması anlamına geliyor. Mihver, dayanağımızdır. Dayanağımız; kültürümüz, örfümüz, değerlerimizdir. O kültürü, o değerleri ortaya koyan ana kaynak bir Müslüman için Kur’an-ı Kerim’dir. Günlük koşuşturmacalar içerisinde yoğun işler, idari/akademik görevlerimiz, çözmemiz gereken sorunlar, cevap vermemiz gereken sorular, yazmamız gereken raporlar bizi mihverimizden uzaklaştırıyor. Onlara ancak akademik endişeyle bakıyoruz. Bu, bizi malumat sahibi yapıyor. Oldurmuyor... Bir bilgiye dönüşmüyor. Bir buluşma, bir gelişme ve tanışma evrelerini gerçekleştirmemizi temin etmiyor.

Modern insanın zaman zaman birazcık kenara çekilip içsel yolculuğa çıkmasında fayda var Dinî literatürümüzde bunun adı itikâf. İtikâf, bir bakıma akıp giden zamana karşı kenarda durmayı, kendi iç âleminde yolculuk yapmayı, kendinle tanış olmayı temin ediyor. Böylece kendine yabancılaşan modern insan olmaktan kendisini bilen, kendini tanıyan, kendisiyle barışık, öz güven sahibi, modern hayata, içinde bulunduğumuz zamana yön verebilen, gündem oluşturabilen, sorunlara çözüm üretebilen, duruşu sağlam insanlar hâline gelmiş oluyoruz. İtikâf ibadeti bu anlamda fevkalade önemlidir.

Eskiler “Evvel Refîk Ba’dehû et-Tarîk” sözüyle yolculukta aslolanın yol arkadaşları olduğunun altını çizerler. Öze dönüşte yol arkadaşları kimler, neler olmalıdır?

Evet, insanın yoldan önce yol arkadaşını bulması gerekir. Biz buna sahip, refik, yoldaş, hemhâl de diyoruz. Aynı dili konuşmak, hemhâl olmak, aşina olmak... Ferîdüddin Attar’ın dediği gibi ister içe ister dışa dönük olsun hepimiz bir yolculuk içerisindeyiz aslında. Yol tek başına gidilmiyor. Çünkü yolun bir kısım sıkıntıları var. Bu yüzden yol arkadaşlarına dikkat etmemiz gerekiyor. O zaman size bu yolda en azından sabrı telkin eden, güç veren salih arkadaşlar, kardeşler lazım. Eğer bu kardeşiniz ilim açısından ileri bir noktadaysa size rehberlik edecek; tecrübesi varsa yahut bu yolculukta en azından bilgisi olan insanları tanıyorsa size yardımcı da olacaktır. Kendi iç dünyanızda yapacağınız yolculuğunuzda salih, sadık, muhsin, muhlis, âlim, birlikte oturup konuşabileceğiniz, müzakere edebileceğiniz, sorularınıza cevap bulabileceğiniz bir arkadaşınız olursa fevkalade güzeldir. Ama bir başka arkadaşlık var burada. O da daha önce öze dönük yolculuğu yapan âlimlerin bıraktıkları eserler. Yani bir kitabı okumak, o kitaptaki fikirleri tartışmak, notlar almak, müzakereler etmek de bir bakıma o kitabın müellifi ile arkadaş olmak anlamına gelir. Evet, illa yaşayan birisi değil, bazen Gazali bizim yol arkadaşımız olabilir bazen İbnü’l-Arabî, Şahabettin Sühreverdi, Yunus Emre, Mevlana olabilir. Okumalarımız, bu yolculuğumuzu daha sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmemizi temin eder. Bize moral, destek verir. Yapabiliyorsak şerhleri ile birlikte hadis-i şerifleri okumak, onları anlamak. Ayetler üzerinde tefekkür etmek ciddi bir yolculuktur ve çok iyi salih yol arkadaşı edinmek anlamına gelir. Demek ki refiksiz olmuyor.

Ramazan ayını öze dönüş için bir fırsata çevirmek adına neler yapılabilir? Okurlarımıza hangi tavsiyelerde bulunursunuz?

Ramazan ayı ile birlikte saatleri yeniden düzenliyoruz. “Müslüman saati” diyor ya Ahmet Haşim. Müslüman saati ibadetlere göre dizayn olunan bir saat. Beden saatimizi yaratılışa uygun bir şekilde dönüştürme süreci yaşıyoruz. Bu dönüştürme süreci aslında öze dönüşün, eve gelişin de ilk şartlarından biridir. Bunu fiziki ev olarak da ruhi açıdan da düşünelim. Okunan mukabeleler bizi Kur’an’ın lafzıyla, Kur’an’ın sedasıyla buluşturmuş oluyor. Kılınan teravih namazları, okunan ayet-i celileler bizi iç yolculuğumuza götürüyor. Yani bu iç yolculuk bir manevi yükseliş, bir manevi miraç olarak da telakki eder. Çünkü namaz müminin miracıdır. Ruhen ve aklen rahatlama vesilesi. O bakımdan ramazanın evvelemirde ciddi anlamda bir öze dönüş, eve geliş fikri taşıdığının bilinmesinde fayda var.

Ramazanda bir bakıma manevi enerjimiz yükseliyor. Bu yükselen manevi enerji ile kaygılarımızı, endişelerimizi, nedametlerimizi istiğfar ve tefekkür ederek bertaraf ediyoruz. Bir arınma mevsimine girmiş oluyoruz. Bu arınma mevsiminde mümkün olduğu kadar sadece yeme içme, beşerî arzulardan kendimizi sınırlama değil aynı zamanda insanlar hakkında olumsuz düşünme noktasında da kendimizi sınırlamayı bilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Olumlu bakmayı, olumlu düşünmeyi, insana güvenmeyi, Allah’ın kullarını affedebilmeyi… Öfkemizi yenecek bir faaliyet içerisinde bulunmamız gerekiyor. Onun için de sadece mideye değil, beş duyumuza da oruç tutturmanın yolunu aramamız lazım. Oruç tutturmak, sınırlamaktır. Belli bir alan içerisinde yaratılışa uygun bir şekilde onu istihdam etmek demektir. Bunu gerçekleştirebilirsek, bütün azalarımızla oruç tutarsak, tutabilecek bir bilince kavuşursak zaten öze dönmüş de oluruz.