Makale

SERHADD-İ İSLAMİYYE BOSNA

SERHADD-İ İSLAMİYYE
BOSNA
F. Hilâl FERŞATOĞLU
İstanbul Kadıköy Vaizi

Anadolu’da bir uç beyliği olarak sahneye çıkan Osmanoğullarının güneşin battığı yöne sürdürdüğü istikrarlı ilerleyiş başlangıçta pek dikkate alınmasa da batı yakasında ciddi bir endişe doğurdu. Güçlü rüzgârını durdurmak üzere Sırp, Bulgar ve Bosna krallıklarının kendisine karşı düzenledikleri seferleri Sırpsındığı, Çirmen ve Kosova’da yenilgiye uğrattı Osmanlı. Niğbolu, Varna ve II. Kosova muharebelerinde ise birleşik Haçlı ittifakına karşı kazandığı zaferlerle Avrupa’ya kesin olarak yerleşti ve İstanbul’un fethinden önce bir Balkan imparatorluğu olarak yükseldi.

Osmanlı’nın batıda ulaştığı son nokta Bosna-Hersek bölgesi oldu. Sava, Drina, Neretva nehirleri ve kollarının suladığı bu verimli toprakların ilk sakinleri Hint-Avrupa menşeli İlliryalılardı. Daha sonra Roma, Bizans ve yerli hanedanların hakimiyetine giren bölgenin öne çıkan adı Bosna, “akan sular”, “akan nehirlerin toprağı” demekti. 1386’da başlayan akınlar sonrasında Srebrenitsa, Saraybosna Osmanlı hakimiyetine girmiş, krallar birçok şehri ele geçiren Osmanlı’ya vergi vermeyi kabul etmişlerdi. Bosna Krallığı topraklarının tamamı ise bizzat Fatih Sultan Mehmed’in katıldığı seferle fethedildi (1463).

Osmanlı “uç” bölgesi olan Bosna’yı askerî ve idari açıdan güçlendirdi, sancak olarak teşkilatlandırdı. Osmanlı toprağı olduktan sonra bölgenin sosyokültürel yapısı da değişti. Bosna, artık halkını ağır vergiler altında ezen krallarca yönetilmiyordu. Tımar sisteminin hayata geçirilmesiyle köylü üzerindeki baskı kaldırıldı, hayvancılık ve ziraat desteklendi. Ekonomik, dinî ve hukuki olarak özgürlüğe kavuşan reaya memnundu. Stratejik bölgelerde şehirler kuruldu. Feodal sistemde kırsal alanda dağınık yaşayan yerel halk şehirlere yerleşti. Devlet ricalinin yaptırdığı cami ve çarşı merkezli şehirler ihtiyaca cevap veren çeşitli vakıf eserleriyle hüviyetini kazanıyor, sosyal hayat kıvamını buluyordu.

Bosna nasıl İslamlaştı?

Sancak tahrir defterlerine bakıldığında fetihten sonra Bosna’da Müslüman nüfusun hızlı bir artış gösterdiği görülür. Şehirlerde ve şehre yakın köylerde toplu hâlde İslamlaşma olmuş, yüz yıl sonra Bosna’da İslam hâkim din hâline gelmiştir. Bu artışın sebebi Anadolu’dan iskân edilen Türkler değildir. Zira diğer Balkan bölgelerinin aksine Bosna’ya yoğun bir göç hareketi olmamıştır. Katolik ve Ortodoksların sapkın bir mezhep olarak gördükleri Bogomilliği benimsedikleri için baskı altında olan Bosna Hristiyanları İslam’ı bir kurtuluş olarak görmüşlerdir. İslamlaşma tüm Balkanlarda olduğu gibi Osmanlı ordusundan çok önce bölgeye gelen gönül erlerinin, alperenlerin faaliyetleriyle başlamıştır. Fetihten sonra devletin “istimâlet” politikası yani gayrimüslim tebaayı gözeten, düşmanlarına karşı himaye eden, dinî serbestiyet sağlayan, vergi hususunda kolaylık gösteren tutumu onları İslam’a meylettiren başlıca unsurdur. İslam toplumunun hayat nizamından ve hizmet veren kurumlarından etkilenmiş olmaları da din değiştirmede etkili olmuştur.

Osmanlı “Serhadd-i İslamiyye”sini vakıf eserleriyle ilmek ilmek işleyerek dokundu çocuğun, gencin, köylünün, tüccarın, müslimin, gayrimüslimin hayatına. Böylece Müslümanlaştı, böylece Osmanlı oldu Bosna. Mektep ve medreselerde verilen eğitimle kendi ihtiyacını karşılayan bir toplumdu artık. Payitahtta eğitim gören yetenekli Boşnaklar da vardı. İslam’ı kabul eden Bosnalı asilzadelerin çocuklarından Sokullu Mehmed Paşa ve Hersekzade Ahmed Paşa gibi çok sayıda isim payitahtta eğitim almış, Osmanlı’ya vezir ve sadrazam olmuşlardı. Devletin farklı kademelerinde vazife alanların yanı sıra Mehmet Nergisî gibi ilim adamları, Matrakçı Nasuh, Sûdî Bosnevî gibi tanınmış şair ve sanatkârlar da yetişti Bosna’dan.

Dört asırlık İslam şehirleri

Bosna sancağının merkezi Saraybosna’ydı. Bölgenin tamamen fethedilmesinden önce Bosna ve Miljacka nehirlerinin birleştiği ovada İsa Bey tarafından kurulmuştu. İsa Bey’in burada bir saray, Fatih Sultan Mehmed adına bir cami (Hünkâr Camii/1458) ve yanında bir hamam inşa ettirmesiyle şehir “Saray-ova” diye anılmaya başladı. İsa Bey ayrıca vakıf kurarak köprü, imaret, bedesten, han gibi eserlerle bu ilk Müslüman yerleşim yerini imar etti.

Şehir tarihinde iz bırakmış bir diğer önemli isim Gazi Hüsrev Bey’dir. 17 yıl Bosna sancak beyliği yapan Gazi Hüsrev Bey’in kurduğu müesseseler Saraybosna’nın bugün de gururla taşıdığı birer Osmanlı nişanıdır. Şehrin merkezine inşa ettirdiği Gazi Hüsrev Bey Camii ve külliyesi (1531) dinî hayatın olduğu kadar sosyal ve ticari hayatın da odağında yer alır. Dubrovnik ve Makedonya’dan Macaristan’a giden yolların buluştuğu Saraybosna’yı Evliya Çelebi, Miljacka nehri üzerinde yedi köprüsü, her türlü ticari ürünün satıldığı büyük çarşısı, iki yüze yakın camii ve sıbyan mektebi, sekiz darülkurrası, on darülhadisi, kırk yedi tekkesi, kervansarayları, hanları, hamamları, imaretleri, çeşmeleriyle büyük ve gelişmiş bir Türk-İslam şehri olarak anlatır.

Başlangıçta Rumeli eyaletine bağlı bir sancak olan Bosna, yüz yıl sonra eyalet statüsüne yükseltilir (1580). Mohaç zaferiyle Osmanlı hakimiyetine giren Macaristan topraklarını Avusturya’dan korumak için daha güçlü bir sistem ihtiyacı doğmuştur. Bugünkü Bosna-Hersek, Slovenya, Hırvatistan, Dalmaçya toprakları ve Sırbistan’ın bir kısmını kapsayan Bosna eyaletinin bütün yerleşim yerleri vakıf eserleriyle donatılır. Zaman içinde askerî sebeplerle eyalet merkezi olan Banyaluka ve Travnik, meşhur su değirmenleriyle şirin Yayçe, boz renkli taş evleriyle Poçitel bunlardan birkaçıdır.

Üç büyük nehir ve kollarıyla sulanan Bosna’nın şehirleri ve kasabaları genellikle bu akarsuların kenarına kurulmuştur. Her biri farklı millet, din ve mezhepten sakinlerini huzur içinde yaşatan bu mamur şehirleri ecdat şahane köprülerle süslemiştir. Zümrüt yeşili Neretva’nın boynunda zarif bir gerdanlık gibi duran köprüsüyle Konjic büyüleyici güzelliktedir. Mostar dillere destandır. Şehri ikiye bölen nehrin en dar yerinde boy gösteren Mostar Köprüsü, Mimar Hayreddin’in eseridir. XXI. yüzyıl başında bir Batılı seyyahın “taş kesilmiş hilal” sözleriyle tavsif ettiği Mostar Köprüsü, estetik mimarisiyle İslam’ın şiarını konuşturur.

Köprüler sadece bir nehrin iki yakasını bağlayan geçitler değildir kuşkusuz. Ahali için vedalaşılan, kavuşulan, buluşulan yerlerdir; şiirlere, hikayelere, türkülere konu olur. Kimi zaman da kervanların, ulakların, orduların ulaşacağı uzak memleketlere yol olur köprüler. Coşkun Drina’nın yarıp geçtiği Vişegrad şehri de Mimar Sinan eseri muhteşem bir köprüyle tarihe adını yazdırmıştır. Bosna’yı İstanbul’a bağlayan Drina Köprüsü, kudretli sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın memleketine hediyesidir. Evliya Çelebi on bir gözlü taş köprünün mimarisine duyduğu hayranlığı her bir kemerini samanyolunun bir yıldızına benzeterek anlatır.

Drina Köprüsü’nün taş bağrına gömdüğü acıların en büyüğü son savaşta yaşanmıştır. Vahşete kurban üç bin can yerine üç bin gül atılır bugün köprüden Drina’ya.

Osmanlı Bosnası’na ne oldu?

XIX. yüzyılda Balkanlar ve Rumeli’de Osmanlı Devleti’nin gerileme süreci başladı. Slav halkların Fransız İhtilali sonrası gelişen milliyetçilik akımının ve Rusya’nın panslavist propagandalarının etkisinde kalmasıyla Balkanlarda huzursuzluk baş gösterdi. Osmanlı-Rus savaşının ardından Berlin Kongresi’nde Bosna Hersek, Avusturya-Macaristan’ın geçici idaresine verildi (1878). Bu, fetihle kazanılan toprakların anlaşmayla kaybedilmesi demekti. Avusturya-Macaristan’ın 1908’de ilhakını ilan etmesiyle dört asrı geçen Osmanlı hakimiyeti resmen sona erdi.

1914’te Saraybosna dünya tarihini derinden etkileyecek bir gelişmeye sahne oldu. Avusturya-Macaristan veliahdı şehri ziyareti esnasında, gizli teşkilat mensubu bir Sırp tarafından öldürüldü. Avusturya ile Sırbistan’ın arasını bozan bu olayın peşi sıra Dünya Savaşı patlak verdi. Harp sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağıldı ve bölgede Belgrad merkezli çok uluslu Yugoslavya Krallığı kuruldu (Güney Slavları ülkesi). Ne var ki bu krallık II. Dünya Savaşı’na dahil edilecek ve savaş sonrası Tito Yugoslavyası olarak bilinen Yugoslavya Sosyalist Cumhuriyeti kurulacaktı (1945).

Bosna Savaşı (1992-1995)

Bosna-Hersek, Yugoslavya’yı oluşturan altı cumhuriyetten biriydi. 90’larda dağılma sürecine giren Yugoslavya’dan ayrılan ilk devletler Slovenya ve Hırvatistan oldu. Bosna toplumu da yapılan referandum sonrası Aliya İzzetbegoviç liderliğinde bağımsızlığını ilan etti. Ancak Bosna-Hersek’in bağımsızlığı aleyhine kurulan Sırp-Hırvat ittifakı referandumdan bir ay sonra iç savaşı başlattı. Amaç Bosna-Hersek’i Sırplar ve Hırvatlar arasında bölüşmek ve Müslümanların bağımsız Bosna-Hersek Devleti’ni kurmasını engellemekti.

Sırp güçleri tarafından kuşatılan Saraybosna’nın dış dünyayla ilişkisi kesildi. Hareket eden her şeyin vurulması emrinin verildiği şehir ağır silahlarla tahrip edildi, binlerce kişi can verdi. Dört yıla yakın süren muhasara, dünya tarihinde Stalingrad muhasarasından sonra en şiddetli kuşatma olarak anıldı. Gıdanın, her türlü insani malzemenin tükendiği günlerde Saraybosna, bir evin içinden havalimanına doğru kazılan 800 metrelik gizli bir tünelle hayata tutunmaya çalıştı.

Müslümanların yaşadığı bütün şehirlerde, Brçko, Kosaraz, Prijedor’da toplu katliamlar, sistematik tecavüzler gerçekleşti. Bu, Sırp askerlere verilmiş bir emir, Sırp teorisyenlerin planladığı etnik soykırımın bir parçasıydı. Savaşın en vahşi yüzü Srebrenitsa’da görüldü. BM’nin güvenli bölge ilan ettiği bir şehirdi Srebrenitsa. Radko Miladiç komutasında Sırplar şehri ablukaya aldı. Savunmasız, silahsız sivillerin güvenliğinden sorumlu olan BM’nin ihanetine uğradı Srebrenitsa. Hollanda Barış Gücü askerlerinin başındaki Fransız general şehri Sırp kasabına hiç direnmeden teslim etti. Üç gün içinde 8372 masum sivil katledildi, toplu mezarlara gömüldü (1995).

Müslüman Boşnakların Avrupa’dan silinmek istenmesinin sebebi beş asırdır muhafaza ettikleri kimlikleriydi. 200 bin insanın öldüğü korkunç savaş Dayton Antlaşması ile son buldu. Bosna Müslümanları her şeye rağmen bağımsızlık mücadelesini kazanmıştı. Modern çağın en büyük soykırımlarından birini oturduğu yerden izleyen Batı “insan hakları, özgürlük, barış ve demokrasi” kavramlarını Sırp postalları altında çiğnetti.

Varlığını mücadelesine adayan Bilge Kral yaşadıkları vahşeti anlattığı mektubunda “Türkün evladı”na şöyle seslenecekti: “Bizim korumaya çalıştığımız sancak Yemen’de, Çanakkale’de, Filistin’de, Kırım’da, Açe’de, Türkistan’da korunmak istenen sancaktı. Biz Çanakkale’den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen direnişin değil dirilişin nesli olacaksın! Sen varsan biz olacağız, sen ayaktaysan biz yaşayacağız! Bizi, onların bize yaptıklarını ve sorumluluğunu sakın unutma!”