Makale

VİTRİNDEKİ İNSAN

VİTRİNDEKİ İNSAN

Sema BAYAR

Dünya tarihinde milletlerin yazgılarının sayısız defa altını çizdiği bir gerçek varsa o da bilginin önemli bir güç olduğudur. Bu bilgi, ister size son teknolojik cihazları üretme becerisi kazandırsın, ister tarımsal üretimde çağ atlatsın, isterse dünyayı etkisi altına alan, insanlığı sadece birkaç ay içinde parmaklarına dolayan salgına karşı geliştirdiğiniz bir aşı ile yeni bir cephe kazandırsın, her halükârda gücünüze güç katar ve sizi avantajlı konuma getirir. Sürekli olarak bir rekabetin yaşandığı dünyada ferdî alanda olduğu kadar içtimai alanda da ana aktör bilgidir. Kimin eline geçerse onu bir adım öne taşır.

Bu yüzdendir ki gelişmiş ülkeler bilginin sonuçlarına değil, bizatihi kendisine odaklandılar. Bilgi kimin elindeyse dünyayı âdeta bir satranç tahtasına çevirdi, kitleleri yönlendirdi, iradeyi zedeleyerek insanları birer piyona dönüştürdü. Asıl trajik olan ise bireyin bu oyuna hevesle oturmasıydı. Özgür iradesini kullanarak, kimi zaman kullandığını varsayarak sosyal platformlar aracılığıyla mahremiyetinin önüne çekilmiş perdeyi bir çırpıda kaldırdı. Üstelik perdeleri açmanın doğuracağı sonuçlar hakkında herhangi bir malumata sahip olmaksızın. Zamanla sosyal platformlar birer veri hazinesine dönüşünce “bilgi güçtür” diyenlerin iştahı kabardı. Şimdilerde kişisel haklar, gizlilik politikaları gündemi meşgul ededursun aslında ipin ucu çoktan kaçmış durumda. X kuşağı temkinliydi fakat zorunlu olarak kitlesel iletişim araçlarıyla bir şekilde kurbiyet kurdu; Y kuşağı az da olsa sınırlarını korumaya çalıştı ama pek de başarı gösteremedi; Z kuşağı ise doğrudan internetin, sosyal medyanın içine doğdu.

İnternet çağı yahut bir başka ifadeyle dijital çağ ilk başlarda iletişimin hızlı ve kolay sağlanması üzerine inşa edilmişti. Bu durum “Geleceğe Dönüş” filmleriyle büyüyen Y kuşağı için rüyanın gerçek olduğu andı. Z kuşağı ise düşlemediği bir düşsel alan içinde büyüdü. İçine doğduğu ortamı kıyas edebilecek bilgiden, daha doğrusu geçmişten yoksundu. Bu nedenle internet ile en sıkı fıkı ilişkiyi Z kuşağı kurdu.

Dijital çağda bireylerin kendi hür iradeleriyle düzenli olarak verilerini paylaşacağını, üstelik bunu severek ve gitgide bağımlılığa dönüşen bir alışkanlıkla yapacağını 20. yüzyılın distopyasını yazan George Orwell hayal edebilmiş midir dersiniz? 1984 romanının kahramanı Winston Smith, adım adım izlendiğinin farkındaydı. Bu, onu tedirgin ediyor, günlerini birer kâbusa çeviriyordu. 21. yüzyıl insanının ise en büyük rüyası izlenmek, takip edilmek. Her sözünü her davranışını, beğenilerini yahut retlerini birer dataya dönüştürmek. Orwell’ın “Büyük Birader”inden çok daha etkin bir güçle karşı karşıya kaldığımızı söylemek gerek. 20. yüzyılın distopyası şimdilik 21. yüzyılın rüyası şeklinde servis ediliyor. Daha çok paylaşım, daha çok like, daha çok popülarite… Hepsinin toplamında kısa vadeli, geçici hazlar. Zira her şey aslında sanal. Platon’un mağarasında gölgeleri seyreden mahkûmlardan pek de farkımız kalmadı. Sokrates ve Glaukon’un diyaloglarını bugünün bakış açısıyla yeniden yorumladığımızda insanlığın sonu gelmez bir gölge oyununda hem oynatıcı hem seyirci olduğunu idrak edebiliyoruz. Başka gölgeleri yakalamaya çalışıyor, kendi gölgemize uçuşanları keyifle seyrediyoruz. Yanımızdan ayırmadığımız, kimliğimizin birer parçası hâline gelen akıllı telefonlarla analizlere konu oluyor, parmak izimizden çok daha fazlasını veri havuzuna aktarıyoruz. Bilişim ağında gizli kalabilmek, sırları koruyabilmek, mahremiyetin perdesini çekebilmek mümkün değil. “Massachusetts Institue of Technology”nin yürüttüğü bir proje, 2013 yılında insanların cep telefonlarının hareketleri algoritmaya dönüştürülerek kullanıcısının âdeta dijital parmak izini çıkardı. Tercihleri belirlemek, bu araştırmanın sadece ilk adımıydı. Asıl hedef ise tercihleri yönlendirmekti. Bilhassa Z kuşağı içine doğduğu sanal kültürle asıl veri kaynağıydı. Paylaşılan her fotoğraf, yapılan her bir yorum, konum bilgilerinden beğenilere kadar parmaklarımızın ucundaki her bir eylem Z kuşağını ele veriyor, tüketimin öznesi hâline getiriyordu. Kimi sosyologların 2000 ve sonrası doğumluları içine kattığı kimi sosyologların ise 1996 yılını başlangıç noktası olarak belirlediği bu kuşağın en belirgin özelliği konformizmi artık hayatın vazgeçilmez bir parçası hâline dönüştürmesi, küresel ekonomik krizlerle yüz göz olmaması ve her türlü buyurgan tavra karşı tepki geliştirmesiydi. Özgürlüğüne düşkün bir nesil yetişmişti fakat konu kişisel alana geldiğinde bu özgürlük anlayışı çeperlerinden sıyrılmış, ortada sadece retoriği kalmıştı. İnternetin asıl kullanıcısı, sosyal paylaşım platformlarının müdavimleri bu kuşaktı. Eğitimden eğlenceye her türlü etkileşim ve faaliyetlerini internet üzerinden yürüten dijital çağın modern insanı bu nesil içinde neşet etti.

Bugün herhangi bir bilgiye ulaşmak için semt kütüphanelerine gitmek, ansiklopedilerin arasında satır başlarını kovalamak tarih oldu. Pratik fakat sığ bir bilgi havuzu parmaklarımızın ucunda. Derinliği olmayan ama oldukça bulanık bir havuzdan bahsediyoruz. Üstelik arama motorlarında aradığımız şeyi bir tıkla bulurken aldığımızdan fazlasını veriyoruz. İnternetin öncülerinden Jaron Lanier’e kulak vermeye ne dersiniz? Lainer, günümüzde kullanılan sosyal platformların asıl işinin insanları birer data nesnesine dönüştürmek olduğu uyarısında bulunuyor. Bu datalar da güce ve paraya tahvil edilebiliyor. Zira ücretsiz olan her türlü uygulamada sizin aslında müşteri değil, ürün olduğunuzun altını çiziyor. Akıllı telefonlarda kullanılan ücretsiz uygulamaları bir düşünün; telefon hafızasına erişim, kişilere erişim, fotoğraflara erişim… Kısaca kimliğinize, kişiliğinize erişim. Ödenen bedel ise özel alanı kaybetmek. Hür iradenizin kapılarını aralamak. Gizli, örtük olanı faş etmek.

Mevcut durumu kelimelere dökersek Google’ın şefi Eric Schidt’in şu sözlerini anmak yeterli sanırım: “Biz nerede olduğunuzu biliyoruz. Geçmişte nerede bulunduğunuzu biliyoruz. Şuan neler düşündüğünüzü aşağı yukarı biliyoruz.”

Sosyal platformların iletişim kanallarını çoğaltmasının yanında bir de kısıtlayıcı rol üstlenmesi dengeleri değiştirdi. Üstelik bu kısıtlayıcı, sansürleyici güç kimseye iltimas geçmedi. Bu durum data trafiğinin yapısını gözler önüne seriyordu. Asıl sorulması gereken sorular ise hep ertelendi. Bütün bu etkileşim, iletişim içerisinde biz ne kadar biziz? Fikirlerimiz ne kadar bize ait? Neler düşündüğümüzü aşağı yukarı tahmin edenler eylemlerimizde nasıl bir etki gücüne sahip?

Bir ürünün kendi varlığını, eylemlerini ve o eylemlerin ardındaki fikrî yapıyı sorgulaması ne kadar mümkünse biz de sanal dünyadaki varlığımızı o kadar sorgulayabildik. Zira artık vitrindeki insandık. Mekân ve zaman algımız değişmişti. Evlerimizin misafir odalarında değil, sosyal platformlarının sohbet odalarında konuşuyor; yaptığımız paylaşımlarla haber ağında sadece alıcı değil, verici konumuna yükseliyor; tek bir yorumla kendimizi herkesle hizalayabiliyor, alçalabiliyor ya da yükselebiliyorduk. Önümüzde duran bu bulanık havuzda kendi aksimize yer açmaya çalışırken her türlü manipülasyona karşı da korunmasız hâle gelmiştik. Birlikte kahve içtiğimiz, sesinin tonunu, yüzündeki çizgileri ezberlediğimiz insanlara karşı dilin sınırlarını genişletmek o kadar kolay değildi. Aramızda bizi korunaklı alanda tutmayı başaran bir hukuk vardı. Kelimeler özenli seçilir, fikirler ilk rauntta tırnaklarını çıkarmazdı. İnternet ise gerçeklik algımızı zedelerken iletişim adabını da pek çok kullanıcı için rafa kaldırdı. Karşımızda etiyle kemiğiyle, duygu ve düşünceleriyle bir insan değil sadece parlak pürüzsüz bir ekran vardı. Bütün insanlık o vitrinin ardındaydı. Belki de bu yüzden hiç de yüksünmeden o vitrini taşa tutabildik. Eleştirilerimizde ipin ucunu kaçırmak; bilgimize, birikimimize bakmadan her konuda fikir beyan etmek kolaydı. Sanal dünyanın, varlığını devam ettirmesi için veri akışının hız kesmeden devam etmesi elzemdi ve ister takdir, isterse tahkir olsun her türlü söylem onun için kıymetliydi. Çünkü her paylaşım kimliğinize, kişiliğine dair ipuçları veriyordu. Neyi sevdiğiniz kadar neye kızdığınızla da takdir ettikleriniz kadar tepki verdiklerinizle de her türlü yönlendirmeye açık hâle gelebiliyordunuz.

Ortaya oldukça kötücül bir senaryo koyduğumuzun farkındayım. İnternet, yapısı itibarıyla kaotik olandan besleniyor. Her geçen gün yeni tartışmalara zemin hazırlıyor. Bireyi bu kaostan koruyacak tek anahtar ise biraz yavaşlamak. Hızdan başı dönen insanlar nasıl ki adımlarının kontrolünü giderek kaybediyorsa veri akışındaki hız da sanal dünyadaki adımlarımızı benzer şekilde kontrolden çıkarıyor. Sanal ile gerçek arasındaki perde kalkınca doğru ve yanlışın arasındaki çizgi de flulaşıyor. Bilhassa kaynağı belirsiz ve çoğu da asılsız haberler hızla yayılırken, doğrular zayıf düşüyor. X kuşağı için işin içinde bir iş var demek kolay, onlar büyük bir geçmişe, zor yoldan edindikleri tecrübelere sahip. Y kuşağı da en azından temkini elden bırakmamaya kararlı. Fakat sıra Z kuşağına geldiğinde onların ne hızdan, ne sosyal medyanın sunduğu hazlardan vazgeçmeye niyeti var gibi. Zaten dijital çağın amacı da Z kuşağının omuzlarında yükselmek.