Makale

ÖMÜR

ÖMÜR

Abdurrahman ALKAN

Uğuldayan bir fırtınadan güvenli bir limana sığınırcasına çınar ağaçlarıyla gölgelenmiş şadırvana attı kendini. Arkasına yaslanarak gözlerini kapattı. İncecikten bir su sesi geliyordu kulağına. Kendini, suyun rahatlatan serinliğine bıraktı.

Neden sonra gözlerini açtığında içinde bir ferahlık hissetti. Etrafına bakındı. Bir genç abdest alıyordu. Gencin yüzünü, kollarını aydınlatan suyu seyretti bir süre. Tavırlarında her gün tekrar edilen hareketlerin kolaylığı vardı.

Uzun zamandır yolunun buralardan geçmediğini hatırladı. İçini belli belirsiz bir mahcubiyet kapladı. Nedamet, bir yol bularak bir süre içinde gezindi. Evini yurdunu bırakıp gitmiş ve yıllar sonra utangaç duygularla geriye dönmüş bir kaçak gibi hissetti kendini.

Yolunu buraya düşüren soru aklına geldi yeniden. Bir türküydü etkisinden kurtulamadığı. Bir süre dolaşmış, sonunda kendisini bu yaşlı caminin şadırvanına atmıştı.

Arkadaşlarıyla kahvehanede pürneşe oyun oynuyor, olur olmaz her şeye kahkahalarla gülüyorlardı. Bu gürültü patırtı arasından bir türkü, her nasılsa bir yol bulup gelmişti kulağına. Yarım yamalak duymuş, önce anlayamamıştı. Dikkat kesilmiş, ikinci tekrarında anlamıştı.

Neşesi kaybolmuştu. Suratının asılması arkadaşlarının dikkatini çekmiş ama önemsememişlerdi. “Tadım yok.” diyerek masadan kalkmış, yerini oyunu heyecanla seyreden bir arkadaşına bırakmıştı. Arkadaşları önce şaşırmışlar sonra da kendi dünyalarına yeniden dalmışlardı.

Bir insan ömrünü neye vermeli?

Tükenip gidiyor ömür dediğin.

Yolda kalan da bir yürüyen de bir.

Savrulup gidiyor ömür dediğin…

Soru zordu. Altmış yaşındaydı ve sorunun cevabını bilmiyordu. Gençliğinde bu türküyü hiç duymamıştı. Duysa da kulağına girecek, böyle sersemletecek miydi acaba?

Gürültülü kahkahalar duyunca dönerek yola baktı. Kalabalık bir topluluk, şamatayla ortalığı inleterek yürüyordu. Acaba bu türküyü duymuşlar mıydı?

Her sözün, her türkünün, her şiirin bir yaşı mı vardı yoksa? Ve tesirini göstermesi için gelmesi gereken bir “an”?

Kollarını kurulayan gence imrenerek baktı. Akşam ezanı okunmadan ikindiyi kılmaya gelmiş olmalıydı. Ömrünü neye vereceğini bilmenin huzuru sezilen gencin yerinde olmayı istedi bir an. Sermayesini yitirmiş müflis bir tüccar gibiydi oysa kendisi. Mümkün müydü zamanı geri döndürmek? Bir şey yapamamanın verdiği çaresizlik, ruhunu daralttı.

İkindi güneşinin kızıllığı, ömrünün muhasebesini yapmaya zorluyordu. Yıllar öylesine geçivermişti. Bir gün düşünmemişti, bu ömrü neye vermeliyim diye. Boşa geçen yılların hüznü, kalbine yük oluyordu şu anda. Şadırvanın aynasında, ağaran saçlarına baktı. Beyhude geçen yılların şahidiydi bembeyaz bir pişmanlık gibi duran saçlar.

Her şey bitmiş miydi? Can bedende olduğu müddetçe geç kalmak olur mu, dedi içinden sağaltıcı bir ses. Her şeye rağmen içinde, olumlu düşünen bir ses vardı. Belki bu ses hayatının her anında vardı ama diğer seslerin gürültüsünden onu duyamamıştı.

Ardında nasıl telafi edeceğini bilemediği pişmanlıklarla geçen bir ömür vardı. Başını iyice geriye yasladı. Gözlerini kapattı. Şadırvanın havuzundaki su, neşeyle akıyordu.

Bir çocuk, küçük tahta tabureye oturmuş abdest alıyor. Annesi naylon testiyle eline su döküyor bir yandan tarif ediyor. Küçük yumuk elleriyle ağzına su veriyor üç kere. Ensesini mesh ederken serçe parmağını annesinin tarif ettiği gibi elinin içine bükemiyor. Olsun, diyor annesi gülümseyerek. Ensesinde dolaşan ıslak parmaklar tatlı bir serinlik veriyor. Gündüz koşturmalarının verdiği yorgunluğu uzaklaştırıyor bedeninden. Annesinin uzattığı havluyla elini yüzünü kuruluyor. Saçlarını kurulamıyor. Elleriyle yana tarıyor. Caminin genç müezzini gibi takkesinin altından saçlarını çıkarmak istiyor. Ama başına özenerek yerleştirdiği altıgen yıldızlı beyaz takke biraz büyük geliyor. Alnına inen saçlarını kapatıyor. Yaşlı adam gülümseyerek izliyor çocuğu geriden. Gurur ve mutluluğu kalbinden gözlerine, oradan da yüzüne yansıyor. Huzurlu, sevimli bir dede oluyor o anlarda. Hadi bakalım, diyor. Düşelim yola. Genç baba, sofrayı toplayan abla, ayakkabıları düzelten anne arkalarından gülümseyerek bakıyorlar.

Süt beyaz ay ışığıyla aydınlanan gecede camiye doğru yürüyorlar. Dedesinin elini bırakmıyor çocuk. Yaz gecesi, ufuklar boyunca yayılmış. Yıldızlar, köyün başını bekleyen Akdağ’ın üzerine kadar inmiş. Ağustos böceklerinin sesleri kavakların dallarında yankılanıyor.

Gri beyaz taşlarla örülmüş minarenin şerefesindeki bütün ışıklar yanıyor. Işıl ışıl bir aydınlık yayılıyor köyün üzerine. Uzaklardan, yakınlardan insanlar camiye doğru yürüyorlar. Cami, bir şenlik yeri gibi aydınlık.

Yıldızlı yaz gecesine caminin kalem gibi minaresinden, uhrevi dünyaya bir çağrı yayılıyor. Uzun secdelere davet eden bir nida. Köyün üzerine, insanı dünyanın hayhuyundan çekip alan ve münzevi düşlere çağıran bir serinlik dökülüyor.

Dedesiyle birlikte küçük camiye giriyorlar. Yaz gecesinin sıcağına inat bir ahşap serinliği okşuyor yüzlerini. Kubbenin ortasından sarkan küçük avizenin sarı ışıkları, camiyi dolduranların yüzlerine masalsı bir aydınlık veriyor. Kadınlara ayrılmış üst kattaki çardaktan yer yer tahta gıcırtıları ve kız çocuklarının sesleri geliyor. Teravih sevinci, küçük camiyi dolduran bütün yüzlerde okunuyor.

Saçları beyaz takkesinin uçlarından çıkan genç müezzin kamet getiriyor. Küçük ellerini kaldırıyor herkesle birlikte. Teravih uzadıkça tatlı bir uyku yakalıyor çocuğu. Duvara yaslanıveriyor. Dedesinin yüzünde bir şefkat. Vitir namazını, duvarın dibinde bitiriyor.

Dedesinin kucağında çıkıyor camiden. Serinleten bir yaz rüzgârı yüzüne dokunuyor. Ürperiyor. Gözü bir yıldız gecesine açılıyor çocuğun. Yıldızlar, dedesinin omuzundan uzanıp alacak kadar yakınındalar. Ama elini uzatmaya mecali yok. Tatlı bir uyku göz kapaklarını ağırlaştırıyor. Kısa yaz gecesinin uykusu ballanıyor.

Dedesinin arkadaşları çocuğa takılıyorlar. Ayakkabıları dedesinin elinde olan çocuğun küçük ayaklarını gıdıklıyor birisi. Dudakları geri gidiyor gözleri kapalı çocuğun. Gülümsüyor uykulu uykulu. Sonra aldırmıyor gıdıklamalara. Tatlı bir uyku kol geziyor. Kendini dedesinin güvenli kollarına bırakıveriyor…

Abdestini bitiren genç, yüzünü ve kollarını kuruluyordu. Şadırvanın havuzundaki su, bir nağme gibi yayılıyor adamın içini uzak rüyalarla serinletiyordu…

Bir çocuk, yaz tatilinin ilk gününde söğüt dallarıyla gölgelenen şadırvanda döke saça abdest alıyor. Yarım yamalak abdestinin Hasan ile Hüseyin’in abdestine benzemediğini biliyor. Onların kimin kucağında, sırtında, omzunda büyüdüğünü de… Acelesi var bir de. Yine de ayaklarını bir kez de terlikleriyle beraber yıkıyor. Yüzünden, kulaklarından, saçlarından sular damlıyor. Altıgen yıldızlı beyaz takkeyi başına hızla geçiriyor. Düz sarı saçları çıkıyor uçlarından. Şadırvanın tahta oturağına koyduğu eski yazlardan kalan elif cüzünü alıyor.

Soluk soluğa camiye koşuyor. Açık kapıdan ve pencerelerden, salınarak dersine çalışan çocukların sesleri taşıyor. Terliklerini; dağılmış mavi, pembe terliklerin arasında çıkarıp içeriye giriyor. Küçük ayaklar, yumuşak, yeşil halıya gömülüyor.

Yavaşlıyor. Zorla çıkmak isteyen nefesini kontrol ediyor. Mihrabın önünde küçük tahta rahlelerin önüne diz kırmış çocukların yanına usulca yaklaşıyor. Boş bir rahleye elif cüzünü koyuyor. Ablasının rengârenk çokomel kâğıdını düzelterek yaptığı ayracın olduğu yeri açıyor. Cezmden başlayacak bu yaz. Harfleri birbirine çatacak.

Çocukların yüzü neşeyle gülüyor. Akıllar teneffüs saatinde. Halıların üzerindeki çizgilerde koşturacaklar. Çocukların içinden taşan sevinç, caminin mütevazı kubbesini dolduracak. Başındaki beyaz takkesinden sarı saçlar çıkan bir çocuk, duvardaki hüsnühatları inceleyecek. Harfleri sökmeye çalışacak. Hasan ve Hüseyin’i bulunca gözlerinden ışıklı bir gülücük gönderecek onlara. Koşmaya devam edecek arkadaşlarıyla.

Çocuk sevinçleri etrafını selvi kavakların çevrelediği caminin bahçesine yayılacak. Dallardan serçeler havalanacak. Hafif yaz rüzgârı, yaprakların ahenkli seslerini yayacak bahçeye. Latif bir musiki gibi. Yaz gibi işte; biraz savruk biraz uçarı ama daha çok geçici…

Abdestini alan genç, ayakkabılarını giyiyordu. Havuzun suyu tatlı tatlı akıyor, yaşlı adam bir rehavetin içinde kayboluyordu…

Saçları ağarmış bir adam, akşam alacasında iki yanında pembe akşamsefalarının açtığı çiçek tarhlarının arasından yavaş, çekingen adımlarla camiye doğru gidiyor.

Çınar ağacının altında ezan çiçekleri sarı yapraklarını açmak için müezzini bekliyorlar. İki ezan arasında dünyaya gülümseyecekler. Akşam, herkes için gün sonu değildir. Bir başlangıçtır kimileri için.

Tedirgin adımlarla içeri giriyor. Açık yeşil halılar uzanıyor boydan boya. Ayakkabıdan çıkan ayağın halıya ilk dokunuşu, ilk tedirginlik, ilk yabancılık… Acaba geri mi dönsem? İçini kaplayan bir soru işareti. Geriye kaçış duygusu…

Camide kimse yok. Biraz rahatlıyor. Kocaman caminin tam ortasına gelip duruyor. Büyük kubbenin altında ve boylu boyunca uzanan halıların içinde küçücük kalıyor. Caminin azametinde acziyetini hissediyor.

Yavaşça dizlerinin üzerine oturuyor. Kubbenin pencerelerinden gelen akşam güneşinin kızıl hüzmeleri, yüzünün yarısını aydınlatıyor, ak saçlarının arasından dökülerek heder edilmiş bir ömrü önüne düşürüyor. Yaşlı adam, israf ettiği yıllarını üzüntüyle seyre dalıyor. Yitik bir ömrün muhasebesi kolay yapılamıyor. Oturduğu yerde öylece kalakalıyor...

Hava kararmış, şadırvanın ahşap tavanındaki ışık yanmıştı. Adam, şadırvanda yalnız olduğunu fark etti. Abdestini alan genç, camiye gitmiş olmalıydı. Havuzdaki su, küçük bir şelale gibi çağıldayarak akıyordu. Yeni başlangıçların tedirgin heyecanı vardı içinde. Toparlandı. Ya nasip dedi. Ayağa kalktı.