Makale

VAROLUŞ AYNASINDA İNSAN

VAROLUŞ AYNASINDA
İNSAN

Büşra ŞİŞMAN

İnsan...

Anılmaya değer bir şey değilken anılan ve var kılınan… Su ve toprak buluşmasının ateşle demlendiği, bir suret ve beden sahibi kılınmakla bırakılmayıp Allah’ın ruhundan üflediği...

İyi olmaya meyilli olduğu kadar kötü olmaya da yatkın, “ahsen-i takvim” yani yaratılmışların en güzeli olmakla birlikte, “esfele sâfilîn”e, yani aşağılıkların en aşağılığı olmaya da kayması an meselesi olan... İyilikte melekleri kıskandıracak kadar önde, fenalıkta şeytana parmaklarını ısırtabilecek kadar hünerli...

Kalp, nefs, akıl üçgeninde dengeyi bir türlü tutturamayan... Akıl nimetini hem hakkıyla kullanamayıp hem de aklıyla caka satan... Kâh kendine âşık kâh kendinden habersiz biçare... Neyi aradığını bilemediği için bulduğunu da hakkıyla anlayamayan şaşkın yolcu... “Ey insan, bu gidiş nereye?” diye seslenen münadiyi duymazdan gelecek kadar da yolu bildiğinden emin... Ama mutsuz, umutsuz, içi sıkılmış, bunalmış...

Yüzyıllar boyu çalışmış çabalamış, hayatı kolaylaştıran nice buluşlar yapmış. Tek tuşla ısınıyor, tek tuşla serinliyor, tek tuşla aydınlanıyor, tek tuşla pek çok işini hâllediyor. Hız yapan otomobilleri, uzakları yakın eden uçakları var. Akıllı telefonlar, akıllı evler, akıllı arabalar insanın emrinde. İnsan şaşkın çünkü tüm bu hayatın, bu konforun ona mutluluğu getireceğinden çok emindi. Şimdi hissettiği bu derin acı da neyin nesi?

İnsanı ne rahat ve konfor ne zenginlik ve başarı ne de şöhret hiçbiri gerçek huzura ulaştıramaz. Mutluluk, o koştukça önüne geçen bir gölge gibi hep kaçar insandan. İnsanı iç huzura ulaştıracak tek şey, bu kısacık ömrünün gerçekten bir anlamının olduğunu derinden hissedebilmesinde yatar. Eğer insan bu anlam duygusuna yönelip onu tatmin edemezse bütün ömrü huzur arayarak geçer ama onu bulamamış bir hâlde çekilir gider dünya sahnesinden. Charles Baudelaire’in “Nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir.” sözü arayış içindeki insanın ruh hâlini çok güzel ifade eder.

Peki, insanı bu anlam duygusunu bulmaktan alıkoyan nedir?

İlk olarak ölümlü olma bilgisi, eğer sağlam bir ahiret inancı ve hesap verme bilinci ile desteklenmiyorsa kişi, hayatı tekrarı olmayacak, kaçıp giden fırsatlar zinciri olarak görüp tamamen zevke ve tatmine odaklı bir yaşam biçimine yönelebilir. Burada kritik nokta, sadece ikinci bir hayat bilgisine sahip olmak değil, bu bilgiyi içselleştirmiş ve inanca dönüştürmüş olmaktır. Bilginin bu boyutu İslam literatüründe “hakkel yakin” kavramıyla ifade bulur.

Günümüzde İslam toplumlarının da aynı anlamsızlık girdabına kapılmasının bir açıklaması da bu olsa gerektir.

Bununla birlikte modern dünya tarafından bize sunulan yeme içme, giyinme, eğlenme kültürü, düğün merasimleri, toplantılar, kutlamalar, rahat ve konforlu yaşamak için dizayn edilen evler insanoğlunun o kadar vaktini alıyor ki durup düşünmeye, kendi varlığı üzerine kafa yormaya mecali kalmıyor. İşin trajik yanı ise Allah’ın kitabı ve Resulüllah’ın sünneti gibi sağlam dayanakları olan Müslümanlar bile ölüm düşüncesine kalbini kapatarak dünyanın parlak ışıklarına doğru kapılıp gidiyor. Refah seviyesinde çok ileride olan ama iç huzurunu tümden yitirmiş olan Batı kültüründen gelen her şeyi âdeta kutsarcasına hayatına katıyor modern zamanların Müslümanları... Peygamber Efendimizin (s.a.s.), “Müslümanlar önceki dinlere tabi olanların yollarına karış karış, arşın arşın ve adım adım tabi olacaklar, hatta onlar bir keler/kertenkele deliğine girseler peşlerinden gireceklerdir.” (Buhârî, İrtisâm, 14) hadisi şerifi tam bugünü tarif ediyor.

Bir diğer husus da şu; insan akıl melekesine sahip, kendini ve çevresini keşfedip anlamlandırabilen tek canlı. Bu özellik, ona kontrol etmekte zorlandığı bir özellik de katıyor: kontrol etme arzusu. Bu arzu öyle kontrolden çıkıyor ki doğayı, gıdayı, hayvanı, insanı, hatta hayatı ve ölümü bile kendi tahakkümüne almaya çabalıyor. Sahip olduğu akıl nimetiyle başardıklarına bakarak daha fazlasına soyunup âdeta kendinde bir hükümranlık görmeye başlıyor. Kontrol altına alamadığı her durumun insanı daha kaygılı, daha gergin, daha huzursuz hissettirdiği ise gözlerimizin önündeki koca bir hakikat.

Bununla birlikte, dünyanın lezzetlerinin kovaladıkça kaçan bir serap gibi gelmesi, elde ettiklerinden beklediği huzuru bulamaması, ne kadar çabalarsa çabalasın, her şeyin kendi kontrolü altında olamayacağını fark etmesi, insanı kendi varoluşunu sorgulamaya iten bir güce de dönüşebiliyor. Bazen bir iflas, bazen bir hastalık, bir kayıp ya da bir terk ediliş... İnsana acı veren bir olay aslında insana uzanan bir yardım eli olabiliyor. Çünkü insan, rutin hayatın içindeyken belki varlığının anlamını sorgulamaya fırsat bulamaz ama kapıyı çalan bir dert, ona bu fırsatı sunar. İnsan eğer başına gelen bu musibeti doğru okuyamaz ve değerlendiremezse çok kıymetli bir fırsatı da kaçırmış olur.

Peki insan nerede aramalıdır, bu anlamı? İnsanın anlam arayışının gayesinin ne olduğunu, bu boşluk hissinden onu neyin koruyacağını en iyi onu yaratan bilir elbette... Ve onu yaratan, insanın yaratılış gayesini şu ayet ile açıklar: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) Ve yine insanı yaratan ona neyin en iyi geleceğini de elbette bilir. Buyurur ki: “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)

İnsanlık aslından her uzaklaştığında yeni bir peygamber ile bu çağrıyı yineler, ta ki en son peygamber Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.s.) kadar. Kur’an-ı Kerim’de de sık sık yoldan çıkmış insanlığa çağrılar yinelenir: “(Hâl böyle iken) nereye gidiyorsunuz?” (Tekvîr, 81/26)

Bu ilahi mesajlara kulağını tıkayan insanı ise uyanmaya, kendine gelmeye davet eder. İnsanoğlu eğer bu uyarılara da kulak asmazsa kendisi için belki de son çıkış olan şansı da kaçırmış olur ve kendi hâline terk edilerek daha dünyada iken cehennemi yaşamaya başlar.

İnsanın varlığının asıl gayesi şahit olmaktır. Ama kime? Elbette bu sanat eserini ortaya koyan Rabbimize ayna olmak.

İnsan “ahsen-i takvim” ile “esfele sâfilîn” arasında salınan bir sarkaç gibidir... Meleklere yakın olan yanı ortaya çıktıkça ayna olma vasfı artarken günahlara daldıkça ayna kirlenir ve hakikati yansıtma vasfı azalır.

Kendi gayret ve çabası ile insan bu gönül aynasını temizledikçe Allah’ın esmasının hem kendinde hem çevresinde yansımalarını görmeye ve varlığının anlamını derinden hissetmeye başlar.

Mümin hem kendi nefsinde hem de yaratılmış olan her şeyde Yaradan’ı görmeye ve sanatkâra hayran olmaya başladığı an, varlığı en kıymetli anlama kavuşmuş olur.

İnsanın bir diğer varoluş gayesi de insanlığa ayna tutmaktır. Zira Allah (c.c.) insanı yaratmadan evvel meleklere hitabında “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara, 2/30) buyurmuştur, insanı daha varoluş sahnesine çıkmadan bir “halife” olarak tanımlamış ve meleklere bu vasfıyla tanıtmıştır.

Allah, her insanı farklı yetenek ve vasıflarla yaratmıştır. Bu vasıfların kimisi kendiliğinden ortaya çıkarken kiminin keşfedilmesi zaman ve emek isteyebilir. Yani varoluşun anlamı, hem Rabbine hem insanlığa hem de kendine karşı sorumluluklarını yerine getirmekle tamamlanır.

İnsanın kendi benliğini güzel ya da çirkin, zayıf ya da güçlü, iyi ya da kötü diye ayırmadan bir bütün olarak kabul edebilmesi, kendini sevebilmesi, Allah’a kul olabilme kapasitesini arttıran bir etkendir. Sınırlarını bilmesi, yapabilecekleri ile yapamayacaklarını ayırt edebilmesi, bir insan olarak ona verilen güç ve yeteneğin farkında olduğu kadar acizliğinin de farkında olması ve bunu kabul etmesi yine kulluk vazifesinin bir gereğidir. O’nun bize uygun gördüğü bedene, fiziksel özelliklere, aileye, maddi imkânlara razı olmak, bir nevi kişinin kendisini koşulsuz kabulüdür. Yaptığı hata, yanlış veya günahları kişiliğine mal etmeden onlardan arınmaya çalışması da kişinin kendi kıymetini korumasıdır aslında.

Kendini bu şekilde kabul edip onaylayan bir insanın çevresindekileri de olduğu gibi sevme ve kabul etme potansiyeli ortaya çıkar. Kendiyle barışmış bir insan, insanlığa sunulmuş bir armağan gibidir; sevgisini, enerjisini ve zihinsel keşif kapasitesini insanlara cömertçe sunabilecek kıvamdadır. Varlığının bir anlamı olduğunun ve paha biçilmez kıymetinin farkındadır çünkü.

Sözlerimizi Şeyh Galib’in asırlar ötesinden bize seslenişiyle nihayete bağlayalım:

“Hoşca bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen,

Merdûm-u Dîde-i ekvân olan Âdem’sin sen.”