Makale

BİR DESTANDIR ENDÜLÜS

BİR DESTANDIR ENDÜLÜS

F. Hilâl FERŞATOĞLU
İstanbul Kadıköy Vaizi

Kuzey Afrika fatihi ve Emevi valisi Musa bin Nusayr i’lâ-yı kelimetullah için denizaşırı sefer kararı almıştı. Boğazın karşı yakasınaydı tarihin seyrini değiştiren kutlu sefer ve Sebte limanından hareket etti gemiler. Ordu kumandanı Tarık bin Ziyad kararlıydı, geri dönüşü yoktu bu yolun, karşıda kıyıları görünen topraklar İslam yurdu olacaktı. “Gemileri yakıp” atını dörtnala kuzeye sürmeseydi, İber yarımadası Endülüs olur muydu?

Yarımadada Vizigotlar hüküm sürüyordu. Tarık bin Ziyad 12 bin askeriyle, kendisine karşı toplanan 100 bin kişilik haçlı ordusunu darmadağın etti (711). Akdeniz kıyılarından başlayan fetih, üç yıl içinde yarımadanın neredeyse tamamını kapsayacak, İslam ordularının ilerleyişi Pireneleri aşarak Fransa topraklarına ulaşacaktı.

Endülüs’te İslam

Fethin ardından 40 yıl valilerce yönetildi Endülüs. Şam’da iktidarın düşmesi ve halifeliğin Abbasilere geçmesinden sonra Emevi hanedanından Abdurrahman b. Muaviye Dımaşk’tan Endülüs’e geçerek bağımsız emirliğini ilan etti (756). Böylece batıda İslam’ın bayraktarlığını yapacak olan Endülüs Emevileri kurulmuş oldu. Başkent Kurtuba’ydı.

İberya’da parlayan bu yıldız özellikle II. ve III. Abdurrahman dönemlerinde güçlü devlet idaresi ve ekonomisiyle dikkatleri üzerine çekti. Yarımadada Arapça ve İslam kültürü yaygınlaştı, yerli halktan çok sayıda ihtida gerçekleşti. Endülüs Emevileri kuzeydeki Hristiyan krallıklara karşı daima uyanık ve tedbirliydiler. Ancak üç asrın sonunda liyakatsiz idarecilerin mukavemet gösteremediği iç ayaklanmalar sebebiyle çöküşe sürüklendiler (1031).

Merkezî yönetimin dağılmasının ardından bölgedeki nüfuzlu ailelerin her biri bağımsız emirliklerini ilan ettiler. Aralarındaki çekişmeler giderek zayıflamalarına sebep oldu. Fırsat kollayan Kastilya kralı taarruza geçti ve Tuleytula’yı ele geçirdi (1085). Kuzeydeki en önemli savunma üssü düşmüş, set yıkılmıştı. Baş gösteren tehlike Endülüslü emirlerin Kuzey Afrika’daki Müslüman devletlerden yardım istemesiyle bertaraf edildi. Endülüs bir buçuk asra yakın bir zaman Murabıt ve Muvahhid hükümdarlar tarafından yönetildi. Bu dönemde Katolik krallıklarla zaman zaman çatışmalar yaşandı. 1212’de Papa’nın davetiyle oluşturulan birleşik haçlı ittifakı Endülüs Müslümanlarını ağır bir yenilgiye uğrattı. Katolikler yarımadaya hızla yayıldılar. Kurtuba başta olmak üzere mamur Endülüs şehirleri Aragon, Kastilya-Leon ve Portekiz kralları tarafından birer birer ele geçirilip talan edildi. Katliamlardan kurtulanlar Gırnata’ya göçtüler. İber yarımadasında 5 asırdır hâkim olan Müslüman siyasi varlığı güneyde dar bir bölgeye sıkıştı.

1232’de Nasriler, Gırnata merkezli Beni Ahmer Devleti’ni kurdular. Etrafı çepeçevre kuşatılmış olmasına rağmen İslam’ın bu son kalesi iki buçuk asır boyunca hüküm sürecektir. Yönetim merkezi İslam mimarisin estetik ve hendese harikalarından biri olan El-Hamra Sarayı, Endülüs’ün 8 asırlık kudretinin bir usaresidir. Yazık ki, Kastilya-Léon Kraliçesi ile Aragon Kralı’nın evlenmesiyle oluşan İspanyol ittifakı Gırnata Emirliği’nin de sonunu getirir (1492). “Reconquista hayali” (Endülüs’ü Müslümanlardan geri alma) gerçek olmuş; Endülüs’te İslam hâkimiyeti sona ermiştir.

Müdeccenler / Moriskolar

Ele geçirilen Endülüs topraklarında Hristiyan hakimiyetinde yaşayan Müslümanlara “müdeccen” denmekteydi. Bir zaman sonra meselenin bir haçlı-hilal mücadelesi olarak görülmesi papalığı harekete geçirdi. Bu şehirlerdeki müdeccenlerin Hristiyanlaştırılması veya sürülmesi talimatı verildi. Entelektüel birikime sahip ve iktisadi hayatı ellerinde tutan müdeccenleri sürmeyi göze alamayan yöneticiler, yoğun ve sistematik bir misyonerlik faaliyetine giriştiler fakat işe yaramadı.

Endülüslü Müslümanların zorla Hristiyanlaştırılması sürecine Gırnata müdeccenlerinden başlandı. Gırnata’nın düşmesinden sonra halkın büyük kısmı teslim antlaşmasında kendilerine taahhüt edilen can-mal güvenliği, din-dil-örf dokunulmazlığı vaatlerine uyulacağını düşünerek göç etmemişti. Fakat Hristiyan yöneticiler 5 yıl sonra antlaşma hilafına harekete geçtiler. Camiler kiliseye çevrildi, dinî kitaplar toplatılıp Gırnata şehir meydanında yakıldı. Hristiyan olmaya direnen Müslümanlar zindanlara atıldı. Bu zulme karşı halk isyan etti. Kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanmalar sonrasında müdeccenlere iki seçenek sunuldu: Vaftiz olmak ya da sürgün. Çoğunluk vaftiz zulmüne boyun eğdi. İspanyollar bu cebrî uygulamalarını tüm bölgelere yaydılar ve zorla Hristiyanlaştırdıkları bu talihsiz toplulukla onlardan gelen nesiller için “morisko” tabirini kullandılar.

Moriskolar kalplerindeki imanı muhafaza ettiler, dinlerini mümkün olduğu kadar yaşamaya çalıştılar. Fakat baskılar bu kadarla kalmayacaktı. Moriskoların Arapça konuşmaları ve geleneklerini yaşatmaları da -hamama gitmek gibi- yasaklandı. Dahası bu yeni Hristiyanların dinlerine bağlılıklarını test etmek ve iyi Hristiyan olmayanları cezalandırmak için engizisyon mahkemeleri kuruldu. Ağır işkenceler altında itirafa zorlanan nice kirli ruh (!) yakılarak Haçlı toprakları temizlendi. Kaynaklara göre, papalığın İspanya engizisyonuna gözlemci gönderdiği rahip Lorenzo, 1481-1517 yılları arasında İspanya’da 13.000 kişiye diri diri yakılma cezası verildiğini bildirmiştir.

Ne var ki engizisyon dahi Endülüslü Müslümanları asimile edememiştir. 70 yıl sonra büyük bir isyan hareketi başlatılır (1568). İspanyolların üç yılda ancak bastırabildikleri isyan sonunda Moriskolar ülke dışına sürülürler. Fransız tarihçi Braudel’in, Katolik İspanyolların bu uygulamaları için “medeniyet kini” değerlendirmesi ne kadar manidardır.

Karanlık çağa doğan güneş

Hicretin 92. baharında gerçekleşen Endülüs fethi, bölgeyi kara kışlardan sonra gelen bahar aydınlığıyla ışıtacak ve bu aydınlık bütün kıtaya yayılacaktır. Fetih hareketinin kısa sürede büyük başarı kaydetmesinde Tarık bin Ziyad’ın kararlılığı, İslam ordularının cihat aşkı ve cengâverliği kadar krallar, soylular ve rahipler arasındaki güç mücadelesi, feodal düzenin çarkında ezilmiş yerli halkın ve kilise zulmü ile inleyen Yahudilerin mukavemet göstermemesi de etkiliydi.

Fetihle birlikte yarımadada toplumsal yapı değişti. Köylülere mülkiyet hakkının verilmesi İslam’ın onların kalplerinde yer etmesini sağladı. Yahudi toplumu baskıdan kurtuldu, ticaret, tıp ve felsefe alanında behre sahibi insanlar yetişti. Bu çoğulcu toplum modeli Ortaçağ Avrupası’nın “karanlık çağ”ında hayal bile edilemezdi. Endülüs’te İslam, kilise ve kralların baskısı altında ezilen yerli unsurların da benimsediği bir din haline geldi.

Aklî faaliyetleri dine karşı bulduğu için reddeden ve aykırı hareketleri idam ile cezalandıran Hristiyan Avrupa XI. yüzyılda Doğu’ya ve Endülüs’e düzenlediği haçlı seferleri ile İslam medeniyetinin farkına vardı. Gözlerini kamaştıran bu yüksek medeniyeti anlama merakları onları Arapça eserleri tercümeye sevketti. XII. ve XIII. yüzyıllarda Tuleytula, İşbiliye ve Mürsiye’de açılan tercüme okullarında felsefe, bilim ve edebiyat kitapları tercüme ediliyordu. Müslüman filozofların din ile aklı uzlaştıran fikirleri zulmette boğulan Avrupalı’nın düşünce dünyası için devrim niteliğindeydi. Aristo şerhleriyle meşhur Kurtubalı İbn Rüşd’den o kadar etkilendiler ki Averroisme (Latin İbn Rüşdçülüğü) XVI. yüzyılın sonuna kadar akademiyada ve entelijensiyada hâkim düşünce ekolü oldu.

Avrupalılar hastanın içindeki şeytanı kovmak yerine tedavi usullerini, Romen rakamları yerine matematik ve astronomide ilerlemeye imkân verecek Arap rakamlarını Endülüslü Müslümanlardan öğrendiler; Uzakdoğu ve Ortadoğu coğrafyasını tanıdılar; Hint-İran-Arap menşeli edebi eserlerden, Endülüs mimarisinden ve musikisinden etkilendiler. Sonraki yüzyıllarda ortaya koydukları ilmî, edebî ve mimari eserlerde hep bu tesirler görüldü. Tarımda yeni teknikler, portakal, pamuk, şeker kamışı ve pirinç gibi yeni ürünler, palamut ve hurma ağacından katran yapımı, kâğıt imalatı Avrupa’nın Endülüs’ten öğrendikleri arasındadır.

İspanya’nın düne kadar reddettiği bu miras, muhteşem tarihî eserler, kıvrılıp giden dar sokaklar, mahremiyetini koruyan avlulu evler, pencere ve kapı süslemeleri, İspanyolcadaki Arapça kökenli kelimeler, mutfak kültürü ve hatta Flamenko, Endülüs dönemi armağanlarıdır.

Endülüs’ün gururu: Kurtuba

Endülüs’ün 500 yıllık başkenti Kurtuba, İslam medeniyetinin altın çağında Bağdat, Şam ve Kahire gibi müstesna şehirlerden biriydi. Arap’ı, Berberi’si, İspanyol’uyla; Müslümanı, Yahudisi, Hristiyanıyla İslam’ın birlikte yaşama ahlakının vücut bulduğu renkli bir mozaikti. İbni Rüşd, İbni Arabi, İbni Meymun, İbni Bâcce, İbni Tufeyl gibi nice hekimler, filozoflar, âlimler, edipler burada yetişmiş ve mesajları çağlar ötesine buradan yayılmıştı.

IX. asırda Kurtuba, Avrupa’da bilimin, ticaretin ve kalkınmışlığın merkezi olarak nam salmış, nüfusu 500 bini bulmuştu. O sırada Roma, Paris gibi kentlerde nüfus 40 bini geçmiyordu. John W. Draper’in ifadesiyle “Londra’da bir tek sokak lambası bulunmazken, yağmurlu bir günde evinden sokağa adımını atan bir Parisli çamura batarken” Kurtuba’da kilometrelerce uzunlukta taş kaplama yollar bulunuyor, temiz sokakları geceleri sabahlara kadar meşalelerle aydınlatılıyordu. Kaynaklar, ihtişamının zirvesine ulaştığı bu dönemde Kurtuba’da 200 bin ev, 800 hamam, 600 cami ve medrese, 50 hastane olduğu ve X. asırda 400 bin kitaplık bir kütüphaneye sahip bulunduğu bilgisini veriyor.

1236’da Katolik Hristiyanların eline geçer Kurtuba. Yüzlerce mermer sütunu birbirine bağlayan çift katlı at nalı kemerleriyle, altın yaldızlarla ve kûfî hatlarla tezyin edilen mihrabıyla göz kamaştıran Kurtuba Camii’nin ezanları susmuştur. Mescitlerin, kütüphanelerin, hanların, hamamların yerle bir edildiği büyük kıyımdan sonra Ulu Cami kiliseye çevrilir. Endülüs’ün tamamen düşmesinin ardından nobran Katolik ruhu mabedin orta yerine bir katedral inşa eder. Tavandan katedrale özel ışık girişi açılırken; caminin hariminden dışarı çıkışı sağlayan kemerler kapatılarak cami karanlığa terkedilir. Moriskolaştırma bu ulu mabedin bedeninde taş olmuştur adeta. Ancak onun asil ruhu tevhide teslimdir: Sekiz asırdır kilise olarak kullanılmasına rağmen hâlâ Mezquita (mescit) olarak anılmaktadır.

İslam tarihinin efsane ülkesi Endülüs, bizim için hüzünle coşkuyu aynı anda hissettiren bir Flamenko müziği gibidir. Gırnata’da El-Hamra, Kurtuba’da Ulu Camii, Sevilla’da Giralda… Endülüs medeniyetine şahitlik eden bu ölümsüz abideler aynı zamanda “La gâlibe illallah” sırrıyla fâniliği ve hükümranlığın mutlak Gâlib’e aidiyetini fısıldamakta değil midir?