Makale

OKÇULARIN SERDARI: SA‘D B. EBU VAKKÂS

OKÇULARIN SERDARI: SA‘D B. EBU VAKKÂS

Doç. Dr. Yaşar AKASLAN
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Mekke’de, çocukluğundan beri cesareti, güzel ahlakı, insanlara saygısı itibarıyla ailesi ve şehir ahalisi tarafından oldukça sevilen bir delikanlı vardı. Özellikle annesine olan düşkünlüğü herkesçe takdir edilir, çevresinde anneye bağlılık konusunda örnek evlat olarak gösterilirdi. Annesi de bir dediğini iki etmeyen oğlunu diğer çocuklarından farklı bir yere koyar, sevgisini mübalağa etmede bir beis görmezdi.

Nübüvvetin ilk günlerinde delikanlı henüz 17’sindeydi. Bir gün rüyasında zifiri karanlıkta, aniden her tarafı aydınlatan parlak bir ayın doğduğunu gördü. Delikanlı, gördüğü rüyayı üç gün tabir etmeye çalışsa da işin içinden çıkamadı ve soluğu Hz. Ebubekir’in yanında aldı. Rüyasını anlattığı Hz. Ebubekir (r.a.) “Seni rüyanda gördüğün dolunayla, yolunu aydınlatacak nurla tanıştırayım.” diyerek onu Resulüllah’a götürdü. Merak içindeki delikanlı, tam da rüyadaki gibi yüzü ay gibi parlayan Allah’ın Resulü’nün namaz kılışını hayranlıkla izledi. Resulüllah, namazını bitirdiğinde, yanına çağırıp İslam’ı teklif ettiği delikanlı hiç tereddüt etmeden imanla şereflendi. Allah’ın elçisi, vedalaşırken onu “Sakın Müslüman olduğunu ailene, özellikle annene belli etme!” diye de tembihledi.

Her ne kadar etrafa hissettirmemeye çalışsa da gencin Müslüman olduğu haberi annesi Hamne’ye bir şekilde ulaşmıştı. El üstünde tuttuğu oğlunun iman etmesi, Hamne’nin hiç de hoşuna gitmedi. Huzuru kaçtı. Artık gözüne uyku girmiyordu. En akıllı oğlu, asırlardır süregelen atalarının dinini bırakıp başka bir dine girmeye cesaret etmişti. Hem de kendisine sormadan. Evladının hiç beklemediği bu tavrı karşısında şaşkın hâlde bir süre sessiz kaldı. Lakin delikanlı, Müslüman kalma konusunda kararlıydı. Belli ki bu durum, geçici bir gençlik hevesi değildi. Belki de Hamne, evladının, peygamberine gönül verip onu herkesten üstün görmesinin annesine olan sevgisini azaltacağını, yavaş yavaş kendisinden koparıp uzaklaştıracağını düşünüyordu. Kaybetme korkusu, günden güne müşrik annenin öfkesini daha da artırdı. Bir yolunu bulup onu İslam’dan vazgeçirip atalarının dinine döndürmeliydi. Biricik oğlunun kendisine olan hürmetini ve bağlılığını bildiğinden bu durumu kullanmalıydı. Delikanlının en hassas olduğu noktadan vuracaktı besbelli. Bir gün evladına, “Allah’ın, sana akrabayla ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?” diye sordu. “Evet. Allah, Müslümanlara söylediğini emrediyor.” cevabını alması üzerine Hamne ümitlendi ve “Eğer sen bu dinden vazgeçmezsen ben hiçbir şey yemeyeceğim ve içmeyeceğim. Açlık ve susuzluktan helak oluncaya kadar ağzıma hiçbir şey almayacağım. Bu kapının eşiğinde oturup böylece öleceğim. Sen de insanların nezdinde anne katili olarak bilineceksin.” dedi. Sonra da evdeki putun yanına varıp oturdu. Ne yedi ne de bir şey içti. Bu hâl birkaç gün devam etti.

Daha 17’sindeki genç, açlıktan rengi solan, takati kesilip konuşmaya dermanı kalmayan annesinin durumuna çok üzülüyor, bir köşeye çekilip hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Günlerce bu işten vazgeçmesi için annesine yalvarıp yakardı. Ancak ne yaptıysa aklını yitirmiş annesini ikna edemedi. Başından geçenleri fırsat bulup Allah Resulü’ne anlattı ve ağır imtihanı için dua istedi. Annesi tarafından maruz bırakıldığı psikolojik şiddete karşı tek çare kalmıştı artık. Sonunda annesinin karşısına geçti, “Vallahi anneciğim! Seni ne kadar çok sevdiğimi, benden daha iyi sen bilirsin. Üzerimdeki hakkını asla ödeyemem. Ancak şunu unutma ki seni ne kadar seviyorsam bu sevginin on katını hatta daha fazlasını Allah ve Resulü’ne besliyorum. Eğer birini diğerine feda edeceksem iyi bil ki feda edeceğim kişi sen olursun. Allah ve Resulü değil. Yeminle söylüyorum! Yüz canın olsa ve her gün bir tanesi gözümün önünde çıksa, ben yine de hak dinden dönmeyeceğim. Artık sen bilirsin. İster ye ister yeme!” şeklindeki tarihe geçen ifadeleri dile getirdi. Bu sözleri söyleyen evladının kararlı tutumu üzerine Hamne çaresiz kaldı ve açlık grevine son verdi (Müslim, “Fezâilü’s-Sahâbe”, 43). Yaşanan hadise üzerine anne-babaya itaatin sınırlarını çizen şu âyet nâzil oldu: “Biz insana anne babasına iyi davranmasını emrettik. Ama onlar, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onların sözüne uyma! Sonunda dönüşünüz yalnız bana olacaktır. İşte o zaman, vaktiyle yapmış olduğunuz her şeyi önünüze koyacağım.” (Ankebût, 29/8)

İnatçı Hamne, evladını İslam’dan vazgeçirmekte oldukça kararlıydı. Bu kez mücadelesinde başka bir yol deneyecekti. Bir gün, oğlunun namaz kıldığı esnada, komşularının da yardımıyla kapıyı üzerine kapatarak onu odasına hapsetti ve “Ya girdiğin o yeni dini terk edersin ya da aç ve susuz kalıp bu odada ölüp gidersin!” diye bağırarak oğlunu tehdit etti.

İmtihanı, varlık sebebi olan annesiyle başlayan bu delikanlı, yaşarken cennetle müjdelenen ve “aşere-i mübeşşere” diye bilinen on bahtiyar isim arasındaki Sa‘d b. Ebu Vakkas’tır (Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, 1/103). Sa‘d, uzak da olsa anne tarafından Resulüllah’ın akrabasıydı. Allah Resulü bu itibarla her gördüğünde Sa‘d’a “Dayım!” diye hitap ederdi. Resulullah, “İşte benim dayım Sa‘d! Kimin böyle bir dayısı varsa bana göstersin bakalım!” diyerek Sa‘d’la övünmüştür (Tirmizî, “Menâkıb”, 90).

Sa‘d, Mekke’de Müslümanlara uygulanan üç yıllık insanlık dışı ambargo sürecinde Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Tüm zorlukları onunla beraber yaşadı. Mekke’nin bu sıkıntılı günlerini yıllar sonra “Ağaç yaprağından başka yiyeceğimiz olmadan Allah Resulü’yle beraber çok zor günler geçirdiğimizi hatırlıyorum.” (Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/92) şeklinde ifade etmişti. Yine yıllar sonra Sa‘d, Kûfe valiliği sırasında bazı bedevilerin kendisini haksız yere itham ettiklerinde oldukça üzülmüş ve onlara ambargo sürecindeki bir anısını sitemle şöyle dile getirmişti: “Günler olmuştu da ağzımızdan bir lokma geçmemişti. Ben, gecenin zifiri karanlığında dolaşırken küçücük bir deri parçası görmüştüm. Toprağın içindeki o parçayı alıp yıkamış, ardından da ısıtıp çiğnemiştim. Böylece açlığımı bir nebze de olsa yatıştırmıştım. Biz, bu günlere böyle meşakkatli günlerden geçerek geldik. Ey İslam’ın rahat zamanlarına kavuşanlar! Siz şimdi bizi mi beğenmiyorsunuz?” (Buhârî, “Fezâilü Ashâbi’n-Nebî”, 15)

Hicretin ardından Medine’de düşman baskının olması ihtimaline karşı Sa‘d, Hz. Peygamber’in kapısından bir an bile olsa ayrılmadı. Medineli Yahudiler ve münafıkların Allah Resulünü öldürme planları yaptıkları günlerde Resulüllah oldukça huzursuzdu. Bir gece ansızın saldırıp zarar vermeleri endişesiyle uyuyamıyordu. Bir gün Hz. Aişe’ye “Keşke ashabımdan salih biri gelip bu gece evin önünde nöbet tutsa da ben de biraz uyuyabilsem.” (Buhârî, “Cihâd ve Siyer”, 70) diye temennisini henüz dile getirmişti ki dışarıdan Sa‘d’ın selamını duydular. Resulüllah, “Ey Sa‘d! Gecenin bu vaktinde seni buraya getiren nedir?” buyurduğunda “Ya Resulallah! İslam düşmanlarının sizin için kurdukları hain planlarından haberdar oldum. Gözüme uyku girmedi. Size zarar verirler diye çok korktum. İçimden bir ses, sizin yalnız olduğunuzu fısıldadı. Yatakta dönüp duracağıma, sizin kapınızın önünde nöbet tutmak istedim. Ben buradayım ey Allah’ın Resulü! Siz rahatınıza bakın! Sabaha kadar burada nöbet bekleyeceğim.” dedi. Bu sözler üzerine Hz. Peygamber memnuniyetini Sa‘d’a hayır duada bulunarak gösterdi ve o gecelerde rahatça uyudu. (Tirmizî, “Menâkıb”, 92)

Müşriklerin, savurduğu kılıcının ve attığı okunun gazabından çok korktukları Sa‘d; Bedir, Uhud ve Hendek başta olmak üzere katıldığı tüm savaşlarda Resulüllah’ın yanı başından ayrılmadı. Allah Resulü, Uhud Savaşı’nda ok kullanmadaki mahareti sebebiyle hedefine isabet ettirmesi için Sa‘d’ın atacağı her oku birer birer bizzat ona uzatırken “Anam babam sana feda olsun ey Sa‘d, at!” (Buhârî, “Cihâd”, 80) şeklinde, daha önce hiç kimseye söylemediği sözlerle taltifte bulunur, onun fırlattığı her okta da “Allah’ım! Bu senin okundur.” deyip şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Dua ettiğinde, Sa‘d’ın duasını kabul buyur! Atışını da doğrult!” (İbn Sa‘d, Tabakât, 3/132) Hz. Peygamber’in duasına mazhariyeti sebebiyle insanların nezdinde Sa‘d, duasının kesin kabul edildiği biri olarak şöhret bulmuştur. Bu itibarla sahabiler onu üzmekten çekinir, Sa‘d’ın bedduasına uğramaktan sakınırlardı.

Hadis rivayeti hususunda oldukça titiz olan Sa‘d’ın Resulüllah’tan naklettiği 271 hadisten biri Hz. Peygamber’in “Allah’ım! Cimrilikten, korkaklıktan, ömrün en değersiz hâline rücu etmekten, dünya fitnesinden ve kabir azabından sana sığınırım.” (Buhârî, “Da‘avât”, 37) şeklindeki duasıdır.

Allah Resulü’nün iltifatlarına ve hayır duasına mazhar olan okçular serdarı Sa‘d, uzun sayılacak bir ömrün ardından Akîk’te hastalandı ve 675 veya 678 senesinde burada vefat etti. Medine’ye getirilen naaşı, Medine valisi Mervân’ın kıldırdığı cenaze namazının ardından, vasiyeti üzerine Bedir Savaşı’nda düşmanlarla çarpışırken üzerinde bulunan yıpranmış gömleğiyle kefenlenip Cennetü’l-Bakî‘ye defnedildi. (İbn Sa‘d, Tabakât, 3/136-137)