Makale

İNANÇTA TEVHİD TOPLUMSAL HAYATTA ‘BİR’LİK

İNANÇTA TEVHİD TOPLUMSAL HAYATTA ‘BİR’LİK

Prof. Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İslamiyet, inançta tevhidi, toplumsal hayatta ise “bir”liği esas alır. İnançta tevhid, Allah’ın tekliğini kabul etmenin yanı sıra her şeyin O’na muhtaç olduğuna, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığına, dengi ve benzerinin bulunmadığına içtenlikle inanmayı ve inancını ikrar etmeyi gerektirir. (İhlas, 112/1-4.) Kur’an-ı Kerim’de “tevhid” sözcüğü doğrudan geçmese de yaratılmışlara özgü kusur, acziyet ve eksiklik içeren sıfatlardan Yüce Allah’ı tenzih eden, O’nun şerikinin bulunmadığını vurgulayan vâhid, ahad ve samed gibi sözcükler bulunur. Zira tevhidin karşıtı şirktir ve Allah kendisine şirk koşulmasını asla kabul etmez. (Nisa, 4/116.) Bu nedenle tevhid, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar tüm peygamberlerin ilk ve en önemli ilkesini oluşturur. Esasen peygamberlerin çağrısının özü, esası ve maksadı, tevhidî düşüncenin ilkelerini birey ve toplum hayatında egemen kılmaya çalışmaktan ibarettir. Yüce Allah’ın güvenilir elçileri olarak peygamberlerin mücadelesi, öncelikle söz konusu ilkeleri hatırlatmanın, hayata katmanın ve yaygınlaştırmanın aşamalarını oluşturur. Başka bir ifadeyle, tevhidî düşüncenin inançta tevhid, toplumsal hayatta ise birlik olarak özetlenen temel ilkeleri, peygamberlerin yaşantılarıyla örneklendirdiği davet süreçlerinin mihverinde yer alır. Bu süreçte peygamberler, en yakınlarındaki insanlardan başlayarak tevhid eksenli bir hayatı tesis etmenin karşısındaki zorluklarla başa çıkma mücadelesi vermişlerdir. Bu mücadelede, bazen eşleri, çocukları ve akrabalarıyla bazen en yakın arkadaşlarıyla ve bazen de içinde yaşadıkları toplumun diğer üyeleriyle sınanmak durumunda kalmışlardır. Hz. Âdem’in oğulları Habil ve Kabil ile sınanma süreci, insanlık tarihinde iyiliğe götüren rıza, teslimiyet ve adanmışlık ile şirke kapı aralayan kötülük eksenli inatlaşma, aldanmışlık ve cana kıyma olgusunun ilk örneği olarak kayda geçmiştir. Esasen, iyilik ve kötülük arasındaki bu mücadele, tevhidî düşüncenin aktarılma süreçlerinde peygamberlerin karşısına çıkan en kadim ikilem olmuştur.

Yüksek azim ve kararlılık sahibi (ülü’l-azm) olarak nitelenen (Ahkaf, 46/35.) peygamberlerin hayatı da benzer sınanma örnekleriyle doludur. Bu peygamberlerden biri olan Hz. Nuh’un mücadelesi, Kur’an-ı Kerim’in, onun adını taşıyan yetmiş birinci suresinde anlatılır. Bu anlatımlardan tevhid inancının yaygın biçimde yaşandığı bir dönemin ardından putperestliğin ilk defa Hz. Nuh’un kavmiyle ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Surede, “Dediler ki: Tanrılarınızı bırakmayın, ilahlarınız Ved, Süvâ‘, Yegûs, Yeûk ve Nesr’den vazgeçmeyin.” (Nuh, 71/23.) ifadesiyle, Nuh kavminin körü körüne bir adanmışlıkla taptığı putlardan söz edilmektedir. Esasen ayette geçen put isimleri, başlangıçta toplumsal hayatta iyilikleriyle öne çıkan kişilere aittir. Ancak ölümlerinin ardından bu kişiler putlaştırılmış, daha sonra da insanlar onları Yüce Allah ile kendileri arasında aracı kabul ederek birer tapınma nesnesine dönüştürmüşlerdir. Bu örnek, insanın toplumsal hayatta yüksek statüye sahip kişilerin itibarını zamanla bağlamından uzaklaştırarak onlara doğaüstü nitelikler atfetme eğilimine sahip olabileceğini göstermektedir. Böylece insani öz niteliklerinden soyutlanarak mücessem birer karaktere büründürülen bu kişilikler, tarih boyunca uluhiyetle iletişim kurmanın araçları kabul edilen ibadetlerin kendisine yöneldiği kurgusal bir tapınma nesnesine ya da ‘sahte tanrı’ya dönüşebilmiştir. Bu sahte bilinç hâli, insandaki kutsallaştırma potansiyelinin de göstergesidir. İşte inanç bakımından böylesine zor bir dönemde Hz. Nuh, kavmini putperestlikten arındırıp tevhide davet etmek için gönderilmiştir. (Yunus, 10/71; Hud, 11/25-26.) Hz. Nuh, kavminden, Allah’tan başkasına kulluk etmemelerini istemiş, aksi takdirde kendilerini bekleyen sonuçları onlara haber vermiştir. (Nuh, 71/1-4.) Ancak çok zalim ve azgın nitelikleriyle anılan kavmi (Necm, 53/52; Zariyat, 51/46.) ona inanmadığı gibi, kendisini delilikle, yalancılıkla itham ederek taşlamakla tehdit etmiştir. (Şuara, 26/116.) Üstelik Hz. Nuh’tan kendisine inanan toplumsal statüsü düşük insanları yanından uzaklaştırmasını ve başlarına geleceğini bildirdiği azabı bir an önce getirmesini bile talep etme cesareti göstermiştir. (Kamer, 54/9; Araf, 7/59-63; Hud, 11/27-32.)

Hz. Nuh, kavmi tarafından tekfir edilen ve toplumsal açıdan dışlanmaya ve yalnızlaştırılmaya çalışılan yegâne peygamber örneği değildir. Nitekim peygamberler tarihi, tevhid mücadelesinde aile üyelerinin bile duyarsızca davranışlarıyla karşılaşan ve tebliğ görevi toplumsal süreçlerde itibarsızlaştırılmaya çalışılan örneklerle doludur. Bununla birlikte, tüm peygamberlerde olduğu gibi Hz. Nuh da tevhid çağrısına karşı çıkarak yanlışta ısrar etmelerine ve kendisini her türlü kötülüğü yapmakla tehdit etmelerine rağmen, kendilerini hakikat karşısında körleştirici inanç ve davranışlardan vazgeçirmeye çabalamıştır. (Hud, 11/28-31; Şuara, 26/105-115.) Ancak uzun mücadeleler sonucunda vazgeçmediklerini görünce Allah’tan kendisine yardım etmesini istemiştir. (Şuara, 26/118-119; Nuh, 71/1-28.) Yüce Allah da onun duasını kabul etmiş ve inkârcı kavminin bir tufanla helak edileceğini ancak kendisinin ve inananların bu felaketten kurtulacağını bildirmiş ve ondan bir gemi yapmasını istemiştir. (Hud, 11/36-39.) Bu süreçte kavmi yine kendisiyle alay etmeye devam etmiş ancak geminin inşası bitince her hayvan türünden birer çift ile birlikte, kendisine iman edenleri de gemiye almıştır. Nihayet tufan gerçekleşmiş, Hz. Nuh ile ona inananlar kurtulmuş, eşi ve oğlunun da aralarında bulunduğu inanmayanlar ise sulara gark olmuştur. (Hud, 11/40-47; Müminun, 23/26-29; Furkan, 25/37; Kamer, 54/10-17.)

Tevhid mücadelesinde yüksek azim ve kararlılığıyla bilinen peygamberlerden biri de Hz. İbrahim’dir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in, babasının ve kavminin taptığı putlara karşı mücadele ederek tevhid inancını nasıl savunduğu anlatılmaktadır. Hz. İbrahim kavmine, gök cisimlerine ve bunların sembolleri olan putlara tapmanın anlamsız olduğunu ve hiçbir yarar ya da zarar vermesi mümkün olmayan bu cisimlere tapmaktan vazgeçmeleri gerektiğini açıkça beyan etmiştir. Kendisinin de ay, güneş ve yıldızları görünce, gözlem ve akıl yürütmeye dayalı olarak bu cisimlerin tanrı olamayacakları sonucuna varması, kavminin dinî telakkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve akıl yürütme biçimi olarak kabul edilmelidir. Zira ay battığında söylediği, “Rabbim bana doğru yolu göstermezse ...” sözü, güneş batınca ise “Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.” demesi, bu olayın kavmini tevhid inancına davet ettiği sırada gerçekleştiğini göstermektedir. Aynı şekilde, Yüce Allah’a ölüleri nasıl dirilttiğini sorması da aslında inandığı hâlde ‘kalbinin tatmin olması’ (Bakara, 2/260.) şeklinde bir gerekçeye dayanmaktadır. Yine Kur’an-ı Kerim’de, Hz. İbrahim’in putperestlerin taptığı “putları/sahte tanrılar”ı kırması sonucunda onlar tarafından ateşe atılması ve buna rağmen ateşin kendisini yakmaması, zorlu tevhid mücadelesinin dikkat çekici bir örneği olarak aktarılmaktadır.

Hz. İbrahim, insanlara “sahte tanrılar”ın ne kadar âciz ve işe yaramaz olduğunu göstermek için uygun zamanın gelmesini bekler. Nihayet bu zaman gelir ve bir bayram günü insanların şenlik için şehir dışına çıktığı bir vakitte (Saffat, 37/88-90.) tapınağa girerek en büyük put dışındaki tüm putları kırar. Kavmi döndüğünde durumu görüp Hz. İbrahim’i sorguya çeker. Hz. İbrahim, “Belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun.” der. (Enbiya, 21/57-67; Saffat, 37/88-96.) Nihayet onu ateşe atarak cezalandırmaya karar verirler. (Enbiya, 21/68; Ankebut, 29/24.) Ancak Yüce Allah’ın, “Ey ateş, İbrahim’e karşı serinlik ve esenlik ol!” (Enbiya, 21/68-70.) emri üzerine ateş onu yakmaz. (Ömer Faruk Harman (2000), “İbrahim”, TDV İslam Ansiklopedisi.) Bu örnek, Yüce Allah’ın seçilmiş elçileri olarak peygamberlerin tevhid mücadelesinde yalnız olmadıklarını ve O’nun tarafından desteklendiklerini göstermesi bakımından son derece manidardır. Yine bu durum, söz konusu mücadelenin ne kadar haklı, hakikatli ve ulvi bir amaca yönelik olduğunun da bariz göstergelerinden biridir. Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi büyük azim ve kararlılık sahibi peygamberlerle devam eden tevhid mücadelesinin nihai halkasını Resul-i Ekrem Efendimiz oluşturmuştur.

Hz. Peygamber’in her açıdan cehaletle kaplanmış bir karanlık ortamda umutları yeniden yeşertmek ve topluma kılavuzluk ederek yolunu aydınlatmak için sergilediği olağanüstü çabanın örnekleri saymakla bitmez. Esasen önceki peygamberler gibi onun da esas amacı, yeryüzünde tevhide dayalı toplumsal birliği ve bütün toplum kesimlerinin yararına olacak şekilde ‘ortak iyiliği’ yeniden egemen kılmanın yollarını açmak olmuştur. Nitekim o, yaklaşık çeyrek asır gibi kısa bir süreçte, inanç konusunda bilgisizliğin, insani sefaletin, toplumsal dışlama, bozulma ve çöküşün zirvelerinde dolaşan bir toplumda yeniden umut ışıklarının yanmasını sağlamıştır. Hz. Peygamber’in gerek Müslümanların sayıca az ve zayıf olduğu Mekke gerekse sayıca çok ve güçlü olduğu Medine döneminde sergilediği mücadeledeki ulvi gayesi, şirkin karşısında tevhidî düşünceye ve toplumsal birlik ve bütünleşmeye dayalı bir toplum modelini yeniden canlandırmak olmuştur. Bu toplum modeli, her şeyden önce insanın sadece insan olmak bakımından değerli, onurlu ve muhterem bir varlık olduğu ilkesine dayanır. Onun Medine’ye hicretin hemen ardından inşa sürecini başlattığı söz konusu model; dili, dini, ırkı ve rengi ne olursa olsun hiç kimseyi dışlamayan ve ötekileştirmeyen, aksine herkesi kucaklayan bir yaklaşımla tesis ettiği bir toplum sözleşmesinden güç almıştır. Bu sözleşmede, İslamiyet’te insanca yaşamın temel ilkeleri olarak güvence altına alınması emredilen evrensel insan hakları olarak canın (Maide, 5/32.), malın (Nisa, 4/29.), dinin (Tevbe, 9/30; Maide, 5/72-73.), aklın (Maide, 5/90.) ve nefsin (Tahrim, 66/6.) korunması temel ilke kabul edilmiştir.

Hz. Peygamber’in yüksek gaye ve hedeflerle tesis ettiği ve yaşantısıyla örneklendirdiği bu temel ilkeler, kendisinden sonraki dönemlerde karşılaşılan çeşitli sorunlara rağmen, etrafında şekillendiği tevhid bilinci sayesinde günümüze kadar aktarılmayı başarmıştır. Elbette geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu bilinç etrafında tesis edilen toplumsal bütünleşmenin sürdürülmesine yönelik çeşitli risklerle karşılaşılmaktadır. Ancak söz konusu durumlar karşısında, karşılıklı saygı ilkesi çerçevesinde birbirimizi dışlamadan, ayrıştırmadan ve ötekileştirmeden bir arada yaşamak zorundayız. Hz. Peygamber’in veda hutbesinde belirttiği gibi, ahlaki ve toplumsal sorumluluk sahibi bireyler olarak insan hak ve onuruna riayet etmeli, insanlar arasında tefrikaya yol açacak tavır ve davranışlardan uzak durmalı, ayrıştırıcı değil birleştirici olmalı, her hususta öncelikle Allah’tan sakınmalı ve O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalıyız. Ve nihayet son yargı gününe kadar “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” ilkesinin omuzlarımıza yüklediği yüksek sorumluluk bilinciyle, “bir”likte ve beraber yaşamanın ilkelerini yaşamak ve yaşatmakla mükellef olduğumuzu unutmamalıyız.