Makale

YASAK ODA

YASAK ODA

Abdurrahman Alkan

Annem, Selviler Mahallesi’ne gideceğimiz günler bir kuş gibi gülerek uyanırdı. O sabah da cıvıltısını etrafa cömertçe saçarak kalktı. Babamın yemeklerini erkenden hazırladı. Tencerenin birini tel dolabına, diğerini kuzinenin üstüne koydu. Babama iyice tembih etti: Bu yahni, bu madımak. Soba sönerse fırınında kurumuş odunlar var. Isıtmadan yeme. O anda, bir kadını en çok güzelleştirenin anaçlık duygusu olduğunu düşündüm. “Tamam, tamam,” dedi babam bana göz kırparak. Yemekleri soğuk soğuk yiyeceğini hepimiz biliyorduk. Annem, uzun bir sefere çıkacakmış gibi kendisi yokken evin işleyişini sağlayacak diğer işleri de tamamladı. Çeşmeden su getirerek evdeki bütün kovaları doldurdu; tavukların yemine, suyuna baktı. Köyümüzde henüz elektriğin olmadığı yıllardı. Kış gecelerinin daha da uzun olduğu zamanlarda insanlar ya birine gider ya da birileri onlara gelirdi. Bizim de geceleri, yakın komşu ve akrabalara gezmelerimiz olurdu. Ama annemle Selviler Mahallesi’ne gidişlerimiz bunlardan farklıydı. Annem, köyden biraz ayrı olan bu mahalleye belli aralıklarla yaptığımız gezileri önceden planlardı. Gündüz vakitlice gider ve hatırı sayılır bir zaman kalırdık. Annemin, çocukluk ve gençlik yıllarının mahallesiydi Selviler. Üç dayım ve iki teyzem hâlâ orada yaşıyordu. Aynı evde aynı yoksulluğa doymuş kardeşler… Bütün bir mahalle, evi gibiydi. Ailemin son çocuğuydum. Abilerim ve ablalarım büyüyüp kendi hayatlarına yürüdükten sonra doğmuşum. Annem beni küçükken yanından pek ayırmaz; bahçeye, tarlaya, çeşmeye, dağdan çam kozalağı, uzak harmanlara madımak toplamaya giderken yanında götürürdü. Annem oralarda çalışırken ben de kendi kendime oyunlar bulur bazen bir söğüt dalını at yapar tahta kılıçla hayalî haydutlara savaş açar bazen de çakımla bir şeyler yontardım. Anneme arkadaşlık ederek kahramanlık yaptığımı düşünür, kendimle gurur duyardım. Babam, annemle gittiğimiz bu yerlere pek gelmezdi. On dört yaşında yetim kalan babam, evin zorlu dış işlerini çocuk yaşta omuzlamıştı. Hayvanlara bakmak, dağdan odun getirmek, öküzlerle çift sürmek, toprak evin yıkılan yerlerini tamir etmek… Hepsi babamın vazifesiydi. Köyün bitmek bilmeyen ağır işleri ve arkası olmayan bir yetimi ezmeye çalışan hoyrat insanlar onu erken yormuştu. Bir de sürekli hastaydı. Yatağı hep serili olur, evde olduğu zamanlar uzanarak dururdu. Çocukken bütün babaların böyle olduğunu düşünür, başka evlere gittiğimde serili bir yatağın olmadığını, evin babasının bizim gibi oturduğunu görünce şaşırırdım. Babamın durumu böyle olunca saymakla bitmeyecek ev işleri, annemin üzerine kalmıştı. Yemeği hazırlayan, sofraya koyan anneme ömrü boyunca hep minnetle baktı babam. İsteklerini elinden geldiği kadar yerine getirdi. Kırıcı söz etmedi. Gönlünü yıkmadı. Perdenin rengine, kilimin desenine karışıp onu bunaltmadı. “Ev, kadının dünyasıdır.” derdi her zaman, “Çok karışmamak gerek.” Babam, annemin eski mahallesine yaptığı ziyaretlerinde çocuksu bir taraf bulur ve bu geziye şefkatle bakardı. Annem beyaz tülbendini başına aldı mı yolculuğumuz başlıyor demekti. Kadınlar bir başka mahalleye giderken mutlaka bu örtüyü örterlerdi. Ve annem, bütün sorumluluklarını yerine getirmenin huzuru içerisinde en küçük oğlunu yanına alarak yola çıkardı. Yolun iki yanında salınan kavaklardan esen yel, annemin tülbendini havalandırır yıllar önce gösterişli iki atın çektiği bir araba üzerinde gelinlikle geldiği yoldan çocukluğuna, gençliğine doğru bir yürüyüş başlardı. Annemin daha ilk adımlarla hafiflediğini anlardım. Eski mahallesine yürüdükçe güzel zamanlarına, göçüp giden annesinin babasının hatıralarına yaklaştığını düşünür, içini çocuksu bir sevinç doldurur, eskilerden geldiği belli olan, sözlerini tam anlayamadığım bir türkü mırıldanmaya başlardı. Genç kızlığında arkadaşlarıyla birlikte madımak toplarlarken ya da ailecek orak tarlasına giderken söyledikleri bir türkü. Annem o anlarda yaşadığımız zamandan çok uzaklara gitmiş olurdu. Bu gidişlerimizde annemin elinde büyükçe bir çıkın olurdu. Yeğenlerini sevindirmek için şeker, lokum, bisküvi… Durumları kendisinden zayıf olan kardeşlerine eve girince habersizce bir kenara bırakıvermek üzere makarna, pirinç, çay, şeker… Annem bu ziyaretlere hiç boş gitmedi. Akrabalarımızın hâli vakti aynı değildi. Annem, yolda giderken nahif planlar yapardı: Önce küçük teyzenlere uğrarız. Yemek vaktini onlara denk getirip bunaltmayalım. Büyük dayınların durumu daha iyi… O mahallede uğradığımız evlerin hepsinin bir örnek eşyalarla dizildiğini görürdüm. Hayatın merkezinde kuzine olur, ev ona göre düzenlenirdi. Yaz kış üzerinde yemek yapılır, fırınında ekmek ısıtılır ve ıslak meşe odunları kurutulurdu. Evin bir duvarında üzeri rengârenk naylon örtülerle tahta raflar uzanır, hangi eve gitseniz kapıların önünde orlondan örülmüş bir paspas serili olurdu. Köyde hiçbir nesne görevini bitirip bir kenara çekilemez, imal edilişinden çok farklı bir vazife ifa etmeye devam ederdi. Deterjanı bitmiş plastik kutular, menekşeye, yaprağı güzele, küpeliye, fesleğene saksı olarak pencere önlerini süsler; ne kadar idareli kullanılsa da bir gün biten yağlarının teneke kutuları, kimi evlerde sobanın önünde küllük kimilerinde ise buğday, arpa doldurmak için elverişli bir kap olurdu. Teyzemin yıllarca giydiği pazen kumaş eteği, bir gezimizde hamur teknesinin üzerinde örtü olarak görürdük. Köyde neredeyse hiçbir eşya yok olmaz başka bir eşyaya dönüşürdü. Büyük dayım, bana “Nasılsın Ahmet Çavuş?” diye takılır cevabımı beklemeden gülerek yüzüme bakar sonra da “Çok güzel, çok güzel…” derdi. Köyümüzden askerde çavuş olan nadir kişilerdendi dayım. Kendisinden hâlâ “çavuş” diye söz edilir bu hitap hoşuna giderdi ki bu payeyi kendisi de başkaları için sık sık kullanırdı. Sararmaya başlayan siyah beyaz bir fotoğrafta görürdüm dayımı. “Eski Pazar Hatırası” yazan bir şeridin önünde üç arkadaş, muhtemelen üçü de çavuş, gülerek ve gururla poz vermişlerdi. Annem, seferberlik zamanında otuz altı ay askerlik yapan abisinin bu resmini özenle saklardı. Selviler’de son durağımız her zaman büyük teyzemler olurdu. Kerpiçten yapılmış iki göz bir evde oturuyorlardı. Odanın yarısını kaplayan kocaman bir karyolada yatak, her zaman açık olurdu. Teyzemi genellikle bu yatakta yatarken hatırlıyorum. Teyzem, yatağın başındaki küçük tahta kapağı açar, bana şeker ya da bisküvi verirdi. Bu anı sabırsızlıkla bekler o kapağın ardında nelerin olduğunu hep merak ederdim. Diğer evlerde gördüğüm şenlikli havanın aksine büyük teyzemlerde ağır bir sükûnet fark ederdim. Bu ağırlık, eve gelen herkesi etkilerdi. Onların evinde güle oynaya koşturamazdım. Özellikle diğer odaya girmem yasaktı. O kapıya yöneldiğimde annemin yasağı hatırlatan bakışlarını üzerimde hisseder hemen geri dönerdim. Eve dönüşlerimizde annemden yasakla ilgili tatmin edici bir cevap alamazdım. O gün, annemler konuşmaya dalınca kendimi unutturarak bütün merak ve cesaretimle, annemden dönüşte azar işiteceğimi, bir daha seni getirmeyeceğim tehdidini göze alarak o kapıya yöneldim. Kapının önünde birkaç saniye bekledim. Kapıyı ittim. Zorlanarak açıldı. Tedirgin adımlarla içeri girdim. Evin pencereleri, kuş resimli perdelerle örtülmüştü. İçeride loş bir aydınlık vardı. Gözüm ilk önce tavana kaydı. Toprak damlı tavanın mertekleri simsiyahtı. Ortada bir soba vardı. Borular sökülmüş, duvara yaslanmıştı. Kilimler, odanın bir kenarına toplanmıştı. Beyaz kireçle boyanmış duvarlar koyu bir yalımla kararmıştı. Normal bir durum değildi gördüğüm. Biraz korkmuştum. Fazla duramadım. Kapıyı yavaşça kapatarak dışarı çıktım. Merakımı daha da artırarak geri döndüm. Annem, teyzemlerle vedalaşma faslındaydı. Dönüş yolunda tüm cesaretimi toplayarak anne dedim, büyük teyzemlerin o odanın tavanı neden simsiyah? Annem bir an duraksadı. Kötü bir haber almış gibi huzursuz bir bakış attı bana. Kızmış mıydı yoksa? Çocuklarına pek kızmazdı, hele bana hiç kızmazdı. Oğlum, dedi. Yıllar önce o odada yangın çıkmıştı. Geçiştirme bir cevap olduğunu ikimiz de biliyorduk. İzah bekliyordum. Teyzenlerin bir kızları vardı, dedi bir süre sonra. Durdu. Meraklanmıştım. Yangında kaybettiler, dedi kısık bir sesle. Bunu beklemiyordum. Bu odayla ilgili her ziyaretimizde çocuk muhayyilemde canlanan haydutlu, eşkıyalı, hazineli masalların yerini acı bir hikâye almıştı. Daha on sekiz yaşındaymış Zeliha. İmrenilecek bir kızmış. Sobayı yakıyormuş. Nasıl olmuşsa sobadan çıkan alevler odayı sarmış. Evde kimse yokmuş. Evin her tarafını sarmasın demiş. Dışarı kaçmamış. Yangınla boğuşmuş. Canımı kurtarayım dememiş. Evi kurtarmış. Ama kendine de olan olmuş. Komşular yetişmiş. Alıp ilçenin hastanesine götürmüşler. Bir süre hastanede hayata tutunmaya çalışmış ama nafile… Hikâye acı bitmiş. O günden sonra o odaya pek girmemişler. Öylece kalmış. Büyük teyzem bu yüzden mi hep durgun, hep hastaydı? Eniştem bu yüzden mi tabakasından tütün çıkarıp sarar, dumanına dalıp giderdi? Bu yüzden mi annem onlarda diğer evlerdeki gibi şen şatır olamaz, teyzemle sohbetleri bir dertleşmeye dönüşürdü? Selviler Mahallesi, toprak damlı evler, annem, babam… Bir bir yitip kayboldular. Yıkılmış evlerin, tarumar olmuş hatıraların üzerinden dumanlar yükseliyor. Ve bir çocuk hâlâ annesinin elinden tutup masalsı zamanlara gitmek istiyor.