Makale

İNANÇ HÜRRİYETİ

İNANÇ HÜRRİYETİ
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan nakledildiğine göre, bir bedevî Allah Rasûlü (s.a.s.)’ne gelerek Müslüman olmak üzere biat etti. Bir süre sonra hastalandı ve Hz. Peygamber’den biatini feshetmesini istedi. Allah Rasûlü bunu kabul etmedi. Bedevî, ikinci ve üçüncü talebine de olumsuz cevap alınca Medine’den ayrıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Medine, kirini atan temizini tutan bir körük gibidir,” buyurdu. (Buhari, Ahkâm, 45)

Burada yorumunu yapacağımız hadis, inanç hürriyeti konusunda sevgili Peygamberimiz’in tutumunu açık biçimde ortaya koyan bir rivayettir. Kendisine gelip Müslüman olan ve bağlılık yemini yapan bir bedevînin, hastalığını bahane ederek İslâm’dan ve Medine’den ayrılmasını uygun bulmayan, fakat imkânı olduğu halde onun gidişine de engel olmayan Hz. Peygamber, bedevîye olan kırgınlığını yukarıdaki ifadesiyle dile getirmiştir. O, insanları Allah’ın yoluna davet eden bir elçi olarak, bu davete icabet edenlere ne kadar sevindiyse, bundan uzak duranlara veya verdiği sözden cayanlara da o nispette üzülmüştür. Ümmetini, ateşe düşme tehlikesine maruz pervanelere benzeten ve onlar ateşe koştukça eteklerinden çekip korumaya çalışan Allah Rasûlü’nün (Müslim, Fedâil, 17), kendisini âdeta ateşe atan bir bedevîye bu şekilde tepki göstermesi anlaşılabilir bir tutumdur. Onun için Cenab-ı Hak sevgili elçisinin bu hassasiyetine, “ Demek onlar bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek neredeyse kendini harap edeceksin.” (Kehf, 6) ayetiyle işaret etmiştir.

“Dinde zorlama olmayacağını” (Bakara, 256) beyan eden Yüce Allah, peygamberine de bu konuda baskıcı (Kâf, 45) ve zorlayıcı (Gâşiye, 22) olmaması gerektiğini bildirmiş ve şu tavsiyede bulunmuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları da doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl, 125) Hz. Peygamber bu ilâhî ölçüye uyarak kimseye inanç dayatmamış, farklı inanç mensuplarına da bu tercihleri sebebiyle şiddet uygulamamıştır. İslâm’dan vazgeçenler dahil, bu konuda herhangi bir istisna söz konusu değildir. Açıklamaya çalıştığımız hadis de bunun örneklerinden birisidir.

Din değiştirme, temelde inanç hürriyetiyle ilgili bir konudur. Bir dini benimseyip kabul etme özgürlüğü olan kimsenin, o dinden ayrılma özgürlüğü de vardır. Ancak tarihî bir olgu olarak hiçbir din, kendi açısından din değiştirmeye olumlu bakmamıştır. Bu konuyla ilgili olarak bazen ölüm cezasına kadar uzanan yaptırımların, dinsel öğretiden çok, siyasal ve sosyal şartların gerekçe gösterildiği idarî tasarruflar olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim, dinden dönenler için sadece uhrevî ceza öngörmüştür. Bakara suresinin 217. ayetinin ilgili kısmı şöyledir: “…Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, bunların bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.” Görüldüğü üzere ayet, İslâm dininden dönene uhrevî cezanın dışında dünyevî bir yaptırım öngörmemiş, “kâfir olarak ölürse” ifadesiyle de buna işaret etmiştir. Âl-i İmran suresinin 86-90. ayetlerinde imanlarından sonra küfre sapanların uhrevî cezalarına işaret edilmiş, 87. ayette bu ceza, “Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetini hak etmeleri” olarak ayrıca tasrih edilmiştir. Nisa suresinin 137. ayetinde de şöyle buyrulmaktadır: “İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenler var ya, Allah onları ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir.” Eğer din değiştirene ölüm cezası öngörülmüş olsaydı ayet, tekrar eden iman ve küfür ihtimalinden hiç bahsetmez, ilk irtidat olayından sonra ölüm hükmünü verirdi. Bu ayetler üzerinde dikkatle düşünülürse, inancı bir irade ve imtihan konusu olarak takdim eden Cenab-ı Hakk’ın bu talimatını insanlığa tebliğ eden Hz. Muhammed’in buna aykırı bir tutum içinde bulunması ve inanç hürriyetinin bayraktarlığını yapan bir dinin, bu hürriyeti kullananları ölüme mahkum etmesi düşünülemez.

Onun için Cenab-ı Hak, geçmiş toplumlarda inançları sebebiyle baskı ve işkence gören insanlara atıfta bulunarak, bunu yapanları şiddetle kınamıştır. Örneğin Kur’an, inançları sebebiyle insanları hendeklere atarak diri diri yakan Uhdud Ashabı’ndan şöyle bahseder: “…Kahrolsun o alev alev yanan ateş çukurlarını hazırlayanlar! Hani ateşin başında oturmuşlar, inananlara yaptıklarını seyrediyorlardı. Sırf aziz, övgüye lâyık, göklerin ve yerin maliki olan Allah’a inandıkları için müminlerden öç aldılar. Allah her şeye şahittir…” (Burûc, 4-9) Ayet, Yemen’de Yahudiliği kabul eden Himyerî kralı Zû Nuvas’ın, milâdî 523’de işgal ettiği Necran’daki Hristiyan halkı Yahudiliğe girmeye zorlarken yaptığı baskılara işaret etmektedir. Bu baskılar sonucu yirmi bin Hristiyanın öldürüldüğü belirtilmektedir. (Muhammed Eroğlu, “Ashabu’l-Uhdûd”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 3/471) Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed ve mümin arkadaşlarına baskı ve zulüm yapan Mekkeli müşrikleri, muhtemelen bildikleri bu olayı hatırlatarak uyarmaktadır.

Dinde zorlamanın olmayacağını ifade eden Kur’an hükmü mutlak ve evrenseldir. Dolayısıyla dinin inanç, ibadet ve ahlâkî bütün alanlarında bu ilke geçerlidir. Bunun tek istisnası bir kimsenin dinî uygulamaları veya dine karşı tutumuyla başkalarını rahatsız eder noktaya gelmiş olmasıdır. Dini dayanak noktası yapıp, başkalarının haklarına tecavüz etmek ya da din karşıtı tutumuyla başkalarını rahatsız ,ederek onların kutsal değerlerine saldırmak kamu otoritesinin müdahale etmesi gereken bir hukuk ihlâlidir. Dolayısıyla toplumun diğer bireylerini doğrudan rahatsız etmeyen ve kamu düzenine zarar vermeyen dinî uygulamaları yerine getirip getirmeme konusu, kişinin, hesabını sadece Allah’a vereceği inanç ve ibadet özgürlüğü alanına girer.

Sonuç olarak, İslâm dini, inanç konusunda insan iradesine önem vermiş, tercihinin uhrevî sonuçlarını hatırlatarak onu özgür bırakmıştır. “De ki: Hak Rabbindendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin…” (Kehf, 29) ayeti bunun açık delilidir. Bu yüzden İslâm âlimleri, zorlama ve baskı sonucunda yapılan inanç ikrarının geçersiz olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü baskı ve zorlama insanı, İslâm’ın hoş görmediği iki yüzlülüğe sevk eder. Samimiyete ve bilinçli bir tercihe dayanmayan söz ve davranışlar, görünüşte dine uygunluk taşısa da gerçekte nifak olarak adlandırılır ve değersiz sayılır. Nitekim Kur’an’da, inançlarında dürüst davranmayan münafıklar şiddetle kınanmış ve bunlar apaçık inkârcılardan daha tehlikeli sayılmıştır. (Bakara, 8-20) Dolayısıyla, iman ve amelde ihlâs ve samimiyet, hem Cenab-ı Hakk’ın emri, hem de onun elçisinin bize miras bıraktığı güzel örnekliğinin bir gereğidir.


“Din değiştirme,
temelde inanç hürriyetiyle ilgili bir konudur. Bir dini benimseyip kabul etme özgürlüğü olan kimsenin, o dinden ayrılma özgürlüğü de vardır. Ancak tarihî bir olgu olarak hiçbir din, kendi açısından din değiştirmeye olumlu bakmamıştır.”


“Dinde zorlamanın
olmayacağını ifade eden Kur’an
hükmü mutlak ve evrenseldir.
Dolayısıyla dinin inanç, ibadet ve
ahlâkî bütün alanlarında bu ilke
geçerlidir. Bunun tek istisnası bir
kimsenin dinî uygulamaları veya dine karşı tutumuyla başkalarını rahatsız eder noktaya gelmiş olmasıdır.”