Makale

KENAR-I DİCLE’DE BİR BAŞŞEHİR BAĞDAT

KENAR-I DİCLE’DE BİR BAŞŞEHİR BAĞDAT
F. Hilâl FERŞATOĞLU
İstanbul Kadıköy Vaizi

Abbasiler Fas’tan Orta Asya’ya kadar genişleyen İslam topraklarına hükümran olduklarında yıl 750’ydi. Halife Mansur, hilafet merkezi için Dicle kıyısında, eski Medâin şehri kalıntıları yakınında bir yer seçti. Ticaret yollarının kesiştiği noktada, iklimi hoş, toprağı verimli bu ova Hz. Ömer zamanında fethedilmeden önce Sasani toprağıydı. Küçük yerleşim yerleri bulunan ve sene içinde panayırlar kurulan bölge Bağdat diye anılıyordu. “Tanrı’nın armağanı” anlamında Farisi bir isim olduğu söylense de bu isim medeniyetlere beşiklik eden bu toprakların eski sahiplerine ait belgelerde, Hamurabi kanunlarında geçiyordu.

Halife Mansur, İslam dünyasının farklı bölgelerinden mimar ve ustalar getirterek kurdu yeni şehrini (766). Nehrin hemen batı yakasında dairevi bir planı vardı şehrin. İç içe üç halkadan oluşuyor, en dışta yüksek, sağlam surlarla; geniş ve derin bir hendekle korunuyordu. Kufe, Basra, Suriye ve Horasan yönlerinde aynı isimlerle anılan dört büyük kapıdan dört ana girişi vardı. Başlangıç noktası bu kapılar olan dört ana cadde, sağlı sollu revaklar ve çarşılarla şehrin merkezine ulaşıyordu. Halifenin muhteşem sarayı Babuzzeheb ve Mansur Camii dairenin merkezindeydi ve çevresinde hanedan mensuplarına ait köşklerle idari binalar yer alıyordu. Mansur Dicle’nin sol yakasını bir broş gibi süsleyen güzel şehrine Kur’an’dan aldığı ilhamla ve selamet yurdu olsun arzusuyla “Medinetüsselam” ismini verdi. Ancak zaman ona eski ismini daha çok yakıştıracak ve iade edecekti.

Bağdat, Dicle’nin her iki yakasında büyüyerek gelişti. Tarım arazilerini sulamak ve şehri su baskınlarından korumak üzere kanallar yapıldı. Çok çeşitli tarım ürünleri yetiştiriliyor, halkın üretim ve ticaret faaliyetleri devlet tarafından destekleniyordu. İpek, pamuk, deri, kâğıt, çeşitli yağ ve ilaç üretiminin yapıldığı; attarlar, kitapçılar, sarraflar gibi her meslek erbabının ayrı ayrı örgütlendiği çarşılarıyla ün salan bir ticaret merkezi haline geldi.

İlim ve sanatı destekleyen kudretli sultanların başşehri Bağdat, harikulade bahçeler içinde görkemli saray ve kasırları, muhteşem cami ve medreseleri, zengin kütüphaneleri, bimaristanları, rasathaneleriyle dillere destan oldu. Vadettiği ilim ve kültür ortamı bilim insanlarını, sanat erbaplarını ve ilim taliplilerini cezbetti. İslam medeniyeti zirveyi bu şehirde gördü.

Abbasi Devleti IX. yüzyılın ortalarından itibaren güç kaybetmeye başlamıştı. Hilafet merkezi Şii Büveyhilerin eline geçti (945). Siyasi ve askerî erki ellerinde tutan Büveyhiler meşruiyetlerini sağlamak üzere halifeyi makamında bırakmışlar ancak esaret altındaki kurumun hiçbir hükmü kalmamıştı. Bağdat’ın Büveyhilerce idare edildiği bir asırlık dönem halkın mezhep ihtilaflarıyla ayrıştığı, Şiilerle Sünniler arasında büyük çatışmaların yaşandığı sıkıntılı bir dönem oldu. Bu idarenin sonunu doğudan yükselen bir güç, Selçuklular getirdi: Tuğrul Bey Bağdat’ı ve halifelik makamını esaretten azad etti (1055).

İslam medeniyetinin şahikası

IX ve X. yüzyıllarda İslam dünyasının en büyük ve en gözde şehri Bağdat’ta İslam medeniyet tarihinin altın çağı yaşandı. Emeviler döneminde başlayan tercüme faaliyetleri Halife Harun Reşid’in kurduğu Beytülhikme ile daha sistemli bir şekilde yürütüldü. Hint, İran ve Yunan kaynaklı felsefe, mantık, matematik, kimya, tıp, zooloji, botanik ve edebiyat kitapları Arapça’ya çevrildi. Bir tercüme evi ve kütüphane olarak faaliyet gösteren Beytülhikme zamanla ilimler akademisi oldu. Tercüme edilen eserlere şerhler, haşiyeler yazıldı; müstakil kitaplar telif edildi. Halkın bile ilim ve edebiyat meclislerine teveccühünün arttığı bu kültürel ortamda tarihe iz bırakan büyük alimler, düşünürler yetişti. Cebirin kurucusu Harezmi, ilk İslam filozofu Kindi, tabip, kimyacı ve filozof Ebu Bekir er-Razi, astronomi âlimi Bettani, matematik, astronomi, coğrafya, eczacılıkta üstat Biruni, Farabi, İbni Sina, Gazzali, Bağdat’ta yetişen isimlerden sadece birkaçıdır.

İslam tarihinde camiler ve tekkeler yaygın; darülilim ve darüssüneler ise örgün eğitim mekânları olarak kullanılmakla beraber sistemli ilk eğitim müessesesi Bağdat’taki Nizamiye Medresesi olarak kabul edilir (1067). Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medresesi bir üniversite prototipidir ve Avrupa üniversitelerinin öncüsüdür. Kıymetli âlimlerin ders verdiği medresede hem akli hem nakli ilimler okutulmuş, verimli örnekliğiyle XII. yüzyılda Bağdat’taki medrese sayısı otuza ulaşmıştır. Aynı yıl kurulan Ebu Hanife Medresesi ile Müstansıriyye Medresesi (1233) bunların en meşhurlarındandır. Bağdat’ta kurulan kütüphaneler de birer öğretim müessesesi olarak zikredilmeye değerdir. Beytülhikme kütüphanesi antik çağdaki İskenderiye kütüphanesinden sonraki en büyük kütüphanedir. Diğer önemli kütüphaneler Darulilim, Nizamiye Medresesi ve Müstansıriyye Medresesi kütüphaneleridir.

Bağdat, Abbasi halifeleri, Selçuklu ve Büveyhi hükümdarlarının teşvikiyle tıbbın da merkezi olmuştur. Tam teşekküllü ilk hastahane Bağdat’ta Harun Reşid tarafından kurulmuş ve Cündişapur’dan getirtilen ünlü Hıristiyan hekim Cibrail b. Buhtişu başhekim tayin edilmiştir. Bimaristan-ı Adudi ve Bimaristan-ı Muktediri de çok sayıda tabibin yetiştiği hastahanelerin meşhurlarındandır.

Tabii ilimler yanında dinî ilimler konusunda da Bağdat’ın tarihteki rolü tartışılmaz. IX ve X. yüzyıllarda Mutezile, Selefiyye, Eş’ariyye ve Şia gibi kelam mekteplerinin yanı sıra iki büyük fıkıh mezhebi olan Hanefi ve Hanbeli mezheplerinin de geliştiği yerdir Bağdat. İbn Kuteybe, Taberi, Zeccac, Cessas, İbnü’l-Cevzi, Alûsî gibi büyük müfessirler; Yahya b. Main, Darekutni gibi meşhur muhaddisler; Ma‘ruf-i Kerhi, Cüneyd-i Bağdadi, Hallac-ı Mansur ve Abdülkadir Geylani gibi ünlü mutasavvıflar; Vakıdi, İbn Kuteybe, Hatib el-Bağdadi gibi meşhur tarihçiler Bağdat’ta yetişmiş ve eser vermişlerdir.

İslam medeniyetinin Bağdat’ta parlayan yıldızının batışı pek hazindir: Moğol istilalarıyla harabeye dönen Buhara, Semerkand, Merv, Nişabur gibi nice mamur İslam şehriyle aynı akıbeti yaşar. Üstelik bu defa tarumar olan hilafet merkezidir. Abbasi Devleti, Cengiz Han’ın torunu Hülagü’nün Bağdat’a girerek halifeyi öldürüp halkı kılıçtan geçirmesi, şehri yakıp yıkmasıyla tarih sahnesinden silinir (1258). Bu büyük kıyımda katledilenlerin sayısı 100.000’i aşmış, beş asırlık bilim, felsefe, sanat birikimi küle dönmüştür. İçine atılan cesetler ve kitaplar sebebiyle Dicle’nin kan ağladığı rivayet edilir. Sadece Bağdat’ın değil İslam medeniyetinin de hafızası silinmiştir. İbni Battuta 1326 yılında ziyaret ettiği Bağdat hakkında “Bu çok eski şehir, Abbasi hilafetinin başşehri ve Kureyş kökenli imamların davet merkeziydi. Lakin onların inşa ettiği her şey mahvolmuş, yalnız ismi kalmıştır.” diyecektir.

Bağdat, Abbasi Devleti’nin yıkılışından sonraki süreçte İlhanlılar, Celayirliler, Karakoyunlular ve Akkoyunluların yönetimi altına girdi. Bu sırada bir de Timur işgaliyle sarsıldı (1401). 1508’de Safevi hükümdarı Şah İsmail Bağdat’ı zaptetti. Şehirdeki sünni yöneticileri öldürtüp Ebu Hanife ve Abdülkadir Geylani başta olmak üzere sünni ulemanın türbelerini yıktırdı.

Bağdat’ta dört asır

Osmanlı Devleti, bir süredir Anadolu’nun doğusunda ortaya çıkan Safevi tehdidinin farkında olmakla birlikte Batı seferlerine odaklıydı. Yakın coğrafyada zirve dönemlerini yaşayan her iki devlet için Bağdat, iktisadi, siyasi ve dinî yönden önemliydi. Bağdat’a sahip olmak, bölgede başat rol kapmak, Hindistan’dan Doğu Akdeniz’e hatta Dicle üzerinden Basra Körfezi’ne kadar ticaret yollarını kontrol etmek demekti.

1529’da Kürt lider Zülfikar Han Bağdat’ı ele geçirdi ve Kanuni adına hutbe okutup Osmanlı’ya tabiiyetini bildirdi. Kanuni’nin Viyana seferinde oluşunu fırsat bilen Şah Tahmasb ordusuyla Bağdat’a gelerek Zülfikar’ı katletti. Bu, Osmanlı için savaş sebebiydi. 1533’te Macaristan fethini tamamlayan Kanuni’nin rotası belliydi: Irakeyn. Önce Tebriz’i aldı sonra Bağdat’a geldi Kanuni ve Safevi valisi şehri direnmeksizin teslim etti (1534). Osmanlı Devleti bu seferle bütün Irak-ı Arab’ı fethederek Basra Körfezi’ne kadar indi. Bağdat tüm bölgenin eyalet merkezi olarak teşkilatlandırıldı ve mamur edildi.

Kanuni, Bağdat’ta İmam Azam’ın Şah İsmail tarafından yıktırılan türbesini ve Azamiye Medresesi’ni yeniden yaptırdığı gibi cami, imaret, han, hamam ilavesiyle külliye haline getirdi. Şehirdeki ulema ve şeyhlerin türbelerinin yanı sıra İmam Musa Kazım türbesini ve Ehli Beyt makamlarını da yenileten Kanuni, Kerbela, Necef gibi Şiilerce önemli mekânları da unutmadı.

Osmanlı idaresinin zayıfladığı bir dönemde 14 yıl gibi kısa bir süre (1624-1638) tekrar Safevilerin eline geçti. Bağdat ve IV. Murad’ın düzenlediği seferle yeniden Osmanlı hakimiyetine girdi. Dört asra yakın bir süre Osmanlı toprağı olan Bağdat, 1917’de İngilizler tarafından işgal edildi. 1921’de kurulan bağımsız Irak Krallığı’nın başkenti olsa da Lozan Antlaşması’na kadar hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra artan petrol gelirleri ile birlikte Bağdat’ın yeniden inşa süreci başladı. 1958’de krallık devrilip cumhuriyet ilan edildi. 1980-88 yıllarında İran’la arasındaki savaş Irak’ı her açıdan yıprattı. 1990 yılında Saddam’ın Kuveyt’i işgal ve ilhak etmesinin ardından ABD öncülüğünde BM gücü iki ay boyunca Bağdat’ı bombardımana tuttu (1991). Sonrasında koalisyon kuvvetleri tarafından kitle imha silahlarından arındırmak ve halkı özgürleştirmek (!) hedefiyle işgale uğradı Bağdat (2003). Modern barbarların bu işgali bir milyondan fazla insanın hayatına mal oldu. Sebep oldukları kaos ve kargaşa hâlâ bitmiş değil.

Bağdat’ın bu kaçıncı tahrip oluşudur? Var mıdır bu talihte başka şehir? Avrupa’nın karanlıklar içinde kaybolduğu bir dönemde dünyanın en gelişmiş, en zengin, en medeni şehirlerinden biri olan Bağdat’tan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Her şeye rağmen İslam’ın kutlu erleriyle fethedilen bu topraklarda kesintisiz on dört asırdır İslam hakimiyeti sürmekte; Bağdat, kendisine ab-ı hayatı olan Dicle’nin iki yakasında küllerinden yeniden doğmaktadır.