Makale

OSMANLI MEZAR TAŞLARININ RUHU

OSMANLI MEZAR TAŞLARININ
RUHU

Umut Güner

“Mezarlık; ölülerin toprağa karışmadan önce adlarını, kimliklerini toprak üstünde bıraktıkları yerdir.”

Paul Valéry

Bizim için ecdadımız, saygıda kusur etmediğimiz büyüklerimiz ve ailemiz çok kutsaldır. Büyüklere hürmet geleneğimiz, İslamiyet öncesi dönemlerden itibaren gelen en önemli değerlerimizden biridir. Bu kadim geleneğimiz yaşayarak, nesilden nesile aktarılarak gelmektedir. Tarihimizin Orta Asya dönemlerinde ecdada ve büyüklerine hürmet geleneğimiz başta Çinliler olmak üzere komşu kavimlerin de dikkatini çekmiştir. Çinliler, kaleme aldıkları yıllıklarda Türk toplumlarının en belirgin özellikleri arasında ecdatlarına duydukları saygı ve sevgiye dikkat çekmişlerdir. Aynı zamanda Türk boylarının diktikleri yazılı taşlar ve mezar kitabelerinde de büyüklere duyulan sevginin ifadeleri açıkça görülmektedir. Orhon Kitabeleri olarak bilinen yazıtlarda esasında Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan’ın şahsına dikilen anıt mezarların taşları olduğu da ifade edilmektedir.

Tarihte Türk boylarının ecdatlarının mezarlarına karşı duydukları derin saygı ve bağlılığın bir diğer önemli göstergesi ise zor zaman ve koşullar altında bile mezarlarına, mezar taşlarına sahip çıkmalarında ortaya çıkar. Nitekim Türk toplulukları topraklarının işgal altında olduğu dönemlerde ve savaş hâllerinde dahi canları pahasına olsa da her şeyleri ile beraber mezarlarını da koruma altına almışlardır. Savaş sırasında mezarlıkları koruyan, gözeten askerlerin ve halkın varlığı bilinmektedir.

İslamiyet öncesi dönemde sahip olduğumuz ecdada sevgi ve saygı anlayışımız, İslami döneme geçişimiz ile birlikte başta Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadislerinde anne babaya sevgi, saygı ve hürmet gibi değerler ile yeni bir boyut kazanmıştır. Özellikle Hz. Peygamber’in de savaşlar sonucunda şehit olan veya barış zamanlarında vefat eden sahabilerin tanınması için mezar taşı diktirdiği bilinmektedir. Sahip olunan bu değer ve gelenek, Türk tarihinde bütün Türk devlet ve topluluklarının ortak değeri olmuştur. İslami dönem öncesi başlayan bu hayat felsefesi günümüze kadar ulaşarak nesilden nesile aktarılarak devam etmiştir.

Bu anlayışımız, ecdadımızın vefatından sonra da bir şekilde sürdürülmüştür. Bilhassa atalarımızın kabirleri, mezar taşları bu saygı ve sevgi geleneğinin en somut örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Mezar taşı dikmek ve mezarların üstünü toprak ile bir tepe olarak biçimlendirmek kadim bir Türk geleneğiydi. Özellikle Osmanlılar ile birlikte mezar taşları, bu geleneğimizin bir sonucu olarak zarif bir şekilde tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Mezar taşları millî kültür varlıklarımız olarak günümüze kadar ulaşmış, geçmişte kurduğumuz medeniyetin sembolü olmuştur. Özellikle üç kıtada toprak sahibi olan ve büyük bir medeniyet imparatorluğu kuran Osmanlı Devleti’nin bütün coğrafyalarında eşsiz güzellikle mezarlar inşa edilmiş ve düzenlenmiştir. Mezarlık ve mezar taşları dışında önemli dinî önder veya devlet adamlarının kabirlerinin bulunduğu türbe ve kümbetler de süsleme ve işçilik bakımından medeniyetimizin en önemli yapılarından kabul edilmektedir.

Ecdadımız her ne kadar bu fani dünyadan göçmüş olsa da şehirlerimizin merkezî konumlarında bulunan mezarlıklarımız ve camilerimizin bahçesindeki hazireler nedeniyle şehirlerimizde ölülerimiz ile beraber yaşamaktayız. Onlar her zaman hayatımızın, yaşantımızın bir parçası olmuşlardır. Nitekim ünlü şairimiz Yahya Kemal ile ilgili şu anekdot, bu yaşayışımızın en önemli göstergesi olmuştur: Yahya Kemal, Madrid büyükelçiliği yaptığı yıllarda ülkemizin toplam nüfusunun 14-15 milyon kadar olduğu bilinmektedir. Bir hususta kendisine ülkemizin nüfusu sorulduğunda “Türkiye’nin nüfusu 50 milyondur.” diye cevap verir. O yıllarda Türkiye’nin bu kadar büyük bir nüfusa sahip olması çok güç olduğundan orada bulunanlar bu cevaba büyük bir şaşkınlık gösterir ve tabii hayretlerini gizlemeden “Bu nasıl olur?” diye sorarlar. Bunun üzerine ünlü şairimiz şu tarihi izahı yapar: “Bunda şaşılacak bir şey yok, biz ölülerimizle birlikte yaşayan bir milletiz!”

Ünlü şairimizin ifade ettiği bu duygunun bir sonucu olarak şehirlerimizin merkezinde yer alan mezarlıklar ve kabirler büyük bir estetik ve zarafet unsuru olarak inşa edilmiştir. Şehirlerin merkezlerinde yer alan mezarlıklar dışında cami, tekke ve türbe gibi yapıların bitişiğinde hazire denilen mezarların da inşa edildiği bilinmektedir. Osmanlı Dönemi’nde yapılan mezar taşları gerek taş işçiliği gerekse üzerindeki yazıların edebî varlığı ile eşsiz örneklikteki yapılardandır. Özellikle Osmanlı Dönemi mezar taşlarımız birer estetik unsuru olarak yüksek medeniyet anlayışımızın en önemli değerlerindendir.

Üst düzey bir sanat anlayışının sonucunda dikilen mezar taşlarımız başta ölen kişinin unvanı, mesleği, cinsiyeti gibi belirli nitelikler ile birbirinden ayrılmakta ve bu hususlar dikkate alınarak taş işçiliği yapılmaktadır. Mezar taşları aynı zamanda vefat eden kişinin kıyamete kadar dikili kalacak bir kimliği olarak düşünüldüğünden taşlara o şahsın millî ve manevi hüviyeti işlenmektedir.

Bu dönemde inşa edilen mezarlık başlıklarına “serpuş” adı verilmektedir. Özellikle bu başlıklardan vefat eden kişinin hangi tarikatın müntesibi olduğu kolayca anlaşılacağı gibi yine serpuş incelendiğinde yeniçeri, kadı, esnaf, din adamı gibi mesleği ile ilgili bilgiler de edinmek mümkündür. Bunlarla ilgili özellikle kadın mezarları çiçekler, bahar dalları, buketler, gerdanlık, küpe ve broşlarla süslenerek taş işçiliği yapılmaktadır.

Sarıklı başlığı olan mezar taşları ise ekseriyetle devlet erkânından bir kimseye veya bir âlime aittir. Kavuk şeklinde bir mezar taşı başlığı varsa bu kişi muhtemelen ulema, kadı, müftü, imam, derviş veya şeyhtir. Kallavi şeklinde olan kavuklu mezar taşları ise çoğunlukla sadrazam, kubbealtı vezirleri ve kaptanıderyalar için kullanılmaktaydı.

Doğum sırasında ölen anne ve kızı için ise ağaç içerisinde ağaç motifi veya mezar taşı kitabesi içerisinde bir mezar taşı daha resmedilerek mezar taşı dikilmekteydi.

Bunların dışında vefat eden kişinin kimliğini yansıtacak ögeler veya yazılar içeren muhtelif mezar taşları da söz konusudur. Özellikle çeşitli ağaç ve bitki motifleri, geometrik şekiller kullanılmaktaydı. Özel tasarımlı bu tür mezar taşları tamamen ölen kişinin yakınının inisiyatifi ile dikilmekteydi. Dikilen mezar taşları kibir ve büyüklük gösterecek bir şekilde asla inşa edilmez, bütün motif ve diğer kimlik belirleyici unsurlar zarif bir şekilde tasarlanırdı. Müslüman Türk mezar taşları dinî, mitolojik ve kozmolojik birer kültür birikiminin ürünü olarak var olmuşlardır.

Yazımızda ifade ettiğimiz değerler sonucunda Osmanlı dönemi mezar taşlarının hem ecdada saygının bir göstergesi hem de şehirlerimizin merkezinde bizlerle beraber yaşamalarının bir sonucu olarak ince bir ruhla dikildiğini açıklıkla söyleyebiliriz.

Eski mütefekkir ve münevverlerimizin sıklıkla mezarlıkları dolaştığı, derin düşünce ve ibret âlemlerine daldıkları bilinmektedir. Nitekim mezar sözcüğü Arapça olarak ziyaret kökünden gelmekte ve ziyaret mekânı olarak ifade edilmektedir. Müminlere mezarlıkları ziyaret etmeleri ve ibret almaları tavsiye edilmiştir.

Maalesef günümüzde hem estetikten yoksun, gösteriş ve kibir dolu kabirler inşa ettik hem de bizlere dünyanın faniliğini ve ölümü hatırlatmasınlar diye mezarlıklarımızı şehirlerimizden ve yaşam alanlarımızdan uzaklara taşıdık. Bunun sonucunda insanoğlu atalarını, millî kimliklerini ve en önemlisi ölümün varlığını unutmaya yüz tuttu. Kültürümüzün arka planında yer alan ilkelerden biri de ölüme ve ahiretin varlığına inanmaktır. Mezar ve kabirlerimizin estetiği ile beraber temsil ettiği anlamı yeniden bulmak ümidiyle.