Makale

TEPEGÖZ VE NEFS-İ EMMARE

TEPEGÖZ VE NEFS-İ EMMARE

Emin Gürdamur

Türk edebiyatının anıt eseri Dede Korkut Hikâyeleri, bir yandan kadim bir bilgeliği bir yandan da Müslüman bilincin safiyetini aynı anda barındırır. Orhan Şaik Gökyay, eserin bir Müslüman ermişin kitabı olduğunu ve bu hususiyeti her Müslüman’ın ilk okuyuşta fark edebileceğini söyler.

Bugün elimizdeki Dede Korkut Hikâyeleri on dört, on beşinci yüzyılda kaleme alınmıştır. Fakat bu hikâyeler, daha geride çok daha zengin ve canlı bir ırmağın belki de kayda geçirilerek dondurulmuş parçalarıdır. Dresden Kraliyet Kütüphanesi’ndeki Dede Korkut Hikâyeleri nüshasını ilk tespit eden Heinrich Friedrich von Diez, 1815 yılında yayımladığı Asya’dan Hatıralar adlı kitabının ikinci cildinde Oğuzların Tepegöz’ü ile Antik Çağ’ın ozanı Homeros’un Odysseia’sındaki Polyphemus’u karşılaştırmış ve bugüne kadar süren bir tartışmanın fitilini ateşlemiştir. Diez, daha da ileri giderek Homeros’un Tepegöz fablını Türklerden devşirdiğini, eksik şekilde kendi eserine dâhil ettiğini söyler. Diez’in üzerinde durduğu Tepegöz figürü ve hikâyesi gerçekten de felsefi bir derinliğe sahiptir.

Figürün Türk menşeli mi Batı menşeli mi olduğu uzmanlarca tartışıladursun biz onun arka planına doğru ufak bir kazıya girişelim. Her şeyden önce biliyoruz ki Tepegöz, mitolojik bir devirden kalmış bir kötülük motifidir. Bu bakımdan çoğul okumalara müsait katmanlı bir karakterdir. Ünlü mitoloji araştırmacısı Mircae Eliade, mitlerin temelde kutsal bir öykü anlattığının altını çizer. Ona göre mitleri bilmek sadece “nesnelerin kökenindeki sırrı öğrenmek” değil, nesneler ortadan kaybolduklarında, onları nerede bulup nasıl ortaya çıkaracağımızı öğrendiğimiz mercilerdir. Bu hikâyede tarih boyu insan ile kötülük arasındaki inişli çıkışlı bir münasebet arz eden ilişki, çarpıcı bir metafor üzerinden yeniden konumlandırılır. Mitolojik bir tip olarak Tepegöz her şeyden önce hikâyeye bir günahın sonucu olarak girer. Babası çoban, annesi ise su perisidir. Bilindiği üzere kadim Türk toplumunda hikâyeler sadece eğlence aracı değildir. Toplumsal ahlakı alttan alta besleyen, mayalayan bir işlevselliğe sahiptir. Bu hikâyeler sayesinde tecrübeler nesilden nesile aktarılmış, erdemin, cömertliğin, cesaretin sınırları çizilmiş, korunmuştur.

“Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Boy”daki Tepegöz figürü, kötülük üzerine felsefi arka plan ihtiva eden, çoğul okumalara müsait katmanlı bir zemine sahiptir. Başta çobanın işlediği günah bireysel gözükür. Aslında hiçbir günah bireysel değildir. Onun toplumda yol açtığı çürüme, er ya da geç başkalarına da sirayet eder, toplumsallaşır.

Oğuz beylerinin küçük bir bebekken bulup sahiplendikleri Tepegöz, neticede o toplumun bir parçasıdır. Tepegöz daha bebekken kendisini emzirenlerin önce sütünü, sonra kanını, en sonunda canını alır. Emsalleriyle oynama çağına geldiğinde ise kiminin burnunu, kiminin kulağını yer. Hikâyede Tepegöz büyüdükçe onu meydana getiren günah eyleminin sonuçları bir karabasan gibi bütün Oğuz’un üzerine çöker.

Peri annesi tarafından ok batmasın, kılıç kesmesin diye yüzükle korunan Tepegöz, artık yenilmez bir canavar; dağlarda yaşayan, yol kesip adam öldüren bir harami olmuştur. Üzerine yürüyenleri katleder. Mızraklar bedenine işlemez, kılıçlar ona zarar veremez. Oğuz’da yemediği çocuk kalmayınca artık yetişkinleri kaçırıp yemeye başlar. Tepegöz’ün diğer Dede Korkut Hikâyeleri’nden ayrışması bu noktada başlar. Bilindiği üzere destanlarda her şey kahramanın yüceltilmesine hizmet eder. Onu azıcık sendelerken bile görmek güçtür. Fakat bu hikâyede tuhaf bir şekilde Oğuz beyleri peş peşe mağlup edilir. Toplanıp onun üzerine yürüdüklerinde de yenilirler. Kötülük neredeyse galip gelmek üzeredir. Kaçmak istediklerinde kaçmalarına izin vermez, onları alıp geri Oğuz yurduna getirir: “Oğuz Tepegöz’e kâr kalmadı, ürktü, kaçtı. Tepegöz çevirip önünü aldı, Oğuz’u salıvermedi, geri yerine kondurdu. Velhasıl Oğuz yedi kere ürktü, Tepegöz yedi kere onu alıp yerine getirdi. Oğuz, Tepegöz elinde tamam zebun oldu.” Hikâyede mekâna ait bu saplantı Tepegöz’ün Oğuz’un bir parçası olduğunun başka bir delilidir. Nitekim o, kendi sıkışık yazgısını bütün topluma yansıtmıştır. İnsanları, yurtları ile sürgün arasına sıkıştırmıştır. Bu noktada Oğuzların ermişi Dede Korkut devreye girdiğinde Tepegöz’ün onunla uysallık içinde konuşması da bu savı güçlendirir. Dede Korkut, günde yemek için altmış adam isteyen Tepegöz’ü, “Bu şekilde sen adam komaz tüketirsin amma günde iki adam ile beş yüz koyun verelim.” diyerek anlaşmaya razı eder.

Tek gözlülük, masallarda ve destanlarda kötü güçlerin sembolüdür. Kadim Türk anlatılarında insan yiyen Abaası’nın, geceleri dolaşan Anakhai’nin, mağaralarda yaşayan ölümsüz canavar Şulmus’un, ormanların derinliklerinde görülen Şürela’nın tek gözlü olduğu düşünüldüğünde kötücül varlıkların bu özelliklerinin Tepegöz’e hayli geniş bir muhayyileden miras kaldığını anlarız.

Masal ve destanlardaki tek gözlülük dünya ve ahiret arasındaki dengesizliğin remzidir. Ortada gerçekte bir körlük veya sakatlık yoktur. Doğuştan bir göz vardır. Şeytan ve canavarlara atfedilen bu özellik tek dünyalılığın, öte dünyaya körlüğün altını çizer. Tepegöz öte dünya inancına karşı kördür. Hesaba çekilme endişesinden uzaktır. Bu onun insana karşı en önemli üstünlüğüdür. Ahlaksız bir kuvvet, ahlaklı kuvvet karşısında her zaman görünür bir üstünlük elde eder. Söz gelimi savaşta insani kaidelere riayet eden tarafın elini bağlayan kimi erdemler, duyarlılıklar ve incelikler vardır. Öte dünyaya inanmayan taraf, sınırsız canavarlığıyla fazladan alan elde eder. Tepegöz, Oğuz’u bu canavarlığıyla sindirir, insanların üzerinde egemenliğini onunla kurar. Fakat bu katıksız kötülük, yani tek dünyalılık, aynı zamanda sahibinin en büyük zaafıdır da. Hem Dede Korkut Hikâyeler’inde hem de onun etkisiyle Anadolu’nun pek çok yerinde farklı versiyonları ortaya çıkan Tepegöz masallarında, canavar daima gözünden mağlup edilir. Kötülük tam da ona üstünlük sağlayan, en güvendiği yerinden yıkılır.

Diez’den sonra Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki Tepegöz arketipi üzerine çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bu araştırmaların en çarpıcıları onu tasavvuf nazariyesindeki nefisle özdeşleştirenler olmuştur. İnsanın iç dünyasındaki azılı düşmanı nefis ile Oğuz’un iç düşmanı Tepegöz, gerçekten de pek çok açıdan birbirine benzer. Azgınlığı, doyumsuzluğu, ölçüsüzlüğü onu toplumun nefsi olarak yorumlamaya elverişlidir. Tepegöz’ü, onunla savaşan Basat’ın ya da Oğuz’un nefsi şeklinde yorumlayanlar doğal olarak kendilerini Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketipler üzerine geliştirdiği tezlerin zihin açıcı ikliminde bulurlar. Neticede Tepegöz, sıradan bir insanın yani bir çobanın nefsine uyması sonucu meydana gelmiştir. Azgınlık ve zafiyet neticesinde daha büyük bir azgınlık ve zafiyet ortaya çıkmıştır. Doymak bilmeyen yemek ve öldürmek arzuları sadece Tepegöz’de değil, modern psikiyatrların da üzerinde dikkatle durduğu sapmalardır. Dede Korkut, bu yok edilmesi imkânsız arzuyla ve arzunun sahibiyle uzlaşıya gider. Aslında insanda görülen nefsani hasletler, aynı zamanda onun hayatta kalmasının ya da üremesinin de teminatıdır. Sadece kontrollü bir şekilde tatmin edilmeleri, giderilmeleri gerekmektedir. Nitekim Dede Korkut da Tepegöz’ü makul bir hedefe yönlendirmeye çalışır. Tepegöz’ün vahşi taşkınlıkları mutasavvıfların köpek, domuz, yılan, ejderhaya benzettiği nefis nazariyesine tıpatıp uyar.

Hikâyede Tepegöz’ü savaşıp yenen kahraman Basat, bebekken kaybolan, vahşi hayvanlar tarafından beslenip büyütülen, sonunda bulunduğunda da yine ormana gitmekten kendini alıkoyamayan ilginç bir kişiliktir. Aslanlar tarafından emzirilen Basat’ın aslanların yatağına gitmesi kendi bilinçdışı serüveninin sonucudur. Ta ki Dede Korkut devreye girer, ona bir isim verir, insan olduğunu, insanlara hayvanlarla arkadaşlık yapmanın yaraşmadığını söyler. Öğüt alıp bir ad sahibi olan Basat, vahşilikten insanlığa, ilkellikten medeniyete doğru adım atar. Bir ad kazandıktan sonra toplumun parçası olan Basat’ı, Tepegöz’le büyük bir savaş beklemektedir. Tepegöz, şimdi de Basat’ın gölgede kalmış kişiliği ya da tasavvufi bir ifadeyle söyleyecek olursak nefs-i emmaresidir. Savaşın mağarada geçmesi manidardır. Mağara, kadim zamanlardan beri insanın kendi içsel çatışmalarının mekânı olarak imlenir. Savaş esnasında Basat, tuhaf bir şekilde Tepegöz’ün her dediğini yapar. Bu davranış, iki figürün bağını, birbirinin öteki ben’i olduğu yönündeki savı güçlendirir. Neticede insan nefsinin istekleriyle kendini zelil düşürür. Basat, Tepegöz’e üstün geldiği her hamlede Allah’a sığınır, gücünü ondan aldığını vurgular. Nefsine pay çıkarmaz. Ve nihayet Basat, Tepegöz’ü mağarada, Jung’un, oraya her kim inerse kaçınılmaz bir dönüşüme uğrar, dediği yerde öldürür.

Hikâyenin başını hatırlayacak olursak orada günah ve sapma, bireyin zaafı neticesinde ortaya çıkmış, kısa zamanda bütün toplumu sarmış, etkisi altına alarak perişan etmişti. Daha sonra devreye giren terbiye edilmiş ve olgunlaşmış bir benlik (Basat) sayesinde aynı kötülük yenilmiş, ortadan kaldırılmıştır. Böylece kötülüğün ve iyiliğin, günah ve sevabın bireysel kökeni parantez içine alınmış, ortaya modern zamanlarda bile okunmakla tükenmeyen, yorumlamakla ihata edilemeyen, daima güncelliğini koruyan bir hikâye çıkmıştır.