Makale

GAM BEKÇİSİ

GAM BEKÇİSİ

Emine Vildan Çöllü

Havlayan köpeğin beynime getirdiği vesveseleri silebilmenin, küçükken duyduğum o sabaha kadar havlamış köpek bahsini bir arkeolog nezaketiyle kazıyıp ortaya serebilmenin bir yolu var mıdır? Hani köpek sabaha kadar havlamıştır o evin önünde. Korku, küçücük vücudumun iliklerine işlemiştir. Çünkü çocuğumdur, çünkü sevmişimdir. Neden bunca dirilir korku hikâyeleri beynimizde, neden başarı hikâyeleri güdük kalır... Yaralı annemdir belki bunca korkmuşluğumun mimarı, belki sabahları yoğurt satan o heybetli, kocaman bıyıklı amcanın gür sesi...

-Yoğurtçuuuuu, yoğurtçuuuu!

Her duyduğumda yatağımdan karnımda bir gümbürtüyle ok gibi fırlayışımdır belki korku heykellerini beynime dikişim... Ama okuldaki hademeyi de listeye eklemeyi unutmamam gerek. Örülmemiş saçlarımın, siyah olmayan ayakkabılarımın intikamını alan o cellat bakışları ile balyozdan sesi arasında
sıkışıp kalmışlığım da korkumun apaçık etkenlerindendir. Sorsanız şimdi asude bir hayatın yeşil vadiye bakan yamacında koltuğa kurulmuş kahvemi yudumluyorum. Oysa içimde savaşların en kanlısı, Ortodoks tablolardan fışkıran hıncahınç bir meydanda, Merhum Mehmet Akif’in Çanakkale tasvirindeki kafanın, kolun, gövdenin, bacağın gökte uçuştuğu lime lime, delik deşik bir hâlde biteviye sürüp durmakta... Annem konuşmak
istiyor ama ne konuşacağımızı ne ben biliyorum ne o biliyor.

-Kızım tekrar bir psikoloğa mı görünsen, diyor.

-Üf anne, diye oyalıyorum onu. Milyon kere konuştuğumuz bir konu olduğunu o da biliyor, ben de biliyorum. Ne ki, sıkıntım bitmek bilmiyor.

O sırada Kamuran Teyze elinde bir tabak üzümlü kekle beliriyor. Yüzümüz aydınlanıveriyor bulutların arkasından çıkıp gelmiş güneş kadar. Bembeyaz örtüsü, kırış kırış elleri, yaşlı nurani yüzüyle bahçe kapısından “Hu, Komşu!” demesiyle annem fişek kadar hızlanıp denizin üstüne oksijen almak için çıkan yunus balıkları kadar hasretle koşuyor. Bıkıyor benden hissediyorum. Keşke elimden bir şey gelse...

Fısır fısır konuştuklarına göre yine benden bahsediyorlar kumrular gibi. Kumruların muhabbeti onlarınkinin yanında yavan kalıyor. Değer vermenin, paylaşmanın, derdini almanın sözlüklerdeki anlamlarının hepsini çöpe atıyorlar, öyle yaşıyor, öyle sergiliyorlar ki... İmreniyorum ama çarem yok... Gözüm istemsiz yine yaşarıveriyor. Korku gitti şimdi, savaş siliniyor, tablo karanlıklara bürünüyor, silahlar kenara konuyor. Şimdi sevgi, şimdi bağlılık, şimdi vefa sazları çalıyor içimde. Tanbur sesiyle ötelerden çıkıp gelen sır saklayıcı Muazzez Hanım elini uzatıyor tutmam için. Bir ağlama geliyor ki coşan seller kadar. Durduramıyorum kendimi, durdurmaya çalışsam da...

-Ağla içinden geliyorsa, ferahlıktır, diyor Muazzez Hanım elini omzuma koyup. Koltuğuma dönmüş ağlarken buluyorum kendimi yine bir anda.

Hıçkırıklarıma annemle Kamuran Teyze yetişiyor. İkisi de ağlıyorlar benle. Sormuyorlar artık. Sora sora usanmışlar; aylar ayı, yıllar yılı içimde koca bir korku yumağı. 35 yaşımda evden dışarıya çıkamayacak kadar kökleşmiş. Psikologlar, doktorlar, kitaplar, hocalar, hepsi yalnızca bir nebze şifa olabilmiş. Muazzez Hanım’ın tavsiyesiyle edindiğim tanburumu alıp odama çekilmek istiyorum. Kamuran Teyze bırakmıyor, üzümlü kekim de üzümlü kekim diyor. Üzümlü kekin üzümleri ta Antep’ten
getirtilmiş, sonbaharda tazeyken getirttiği üzümleri yıkayıp havalar soğuğa dönmeden tıkır tıkır kurutmuş, ondan bu zamana kadar dayanmış yoksa böceklenirmiş sıcaklarda... Antep’ten üzümle birlikte asma yaprağı salamurası da almış, onu da bir gün sarma yapıp getirecekmiş, yeter ki iyi olacakmışım, yeter ki kara bulutlarımın arkasına saklanan billur güneş ışıklarını saçsınmış, yeter ki tavan arasında farelerin dokunmadığı, bozulmamış, çürümemiş bir ufacık umut kırıntısını bulup besleyeymişim. Hem kendisi de korkarmış gulyabaniden, kara gece bahçeye giren kara kediden, düdüğünü hışımla savaş tellalı gibi öttüren bekçiden. İnsan dediğin korkmasa nasıl korunurmuş çirkin ve kötü şeylerden.

Annem misafirlik çay takımlarını büfeden çıkarırken tanburumu elime tutuşturuyor Kamuran Teyze. “Hadi,” diyor, “çal ama sade kendine değil, hepimize.” Tanbura sıkıştırdığım rahmetli babamdan kalma nota kâğıtlarını karıştırıyorum. Babamın en sevdiği eseri çalmaya niyetleniyorum. Kamuran Teyze ağıdını bırakamayan yüreğimin sesini duyup başka bir kâğıdı uzatıyor.

-Ben bunu çok severim güzel kızım. Benim için çalar mısın? Diyor. Annemi kurtarıyor en çok hasret deminden. Annem çaylarla yanımıza gelip usulca oturuyor. Kamuran Teyze’nin onu neyden kurtardığını bilmiyor. Ama benim onulmaz bir gam bekçisi olduğumu annem de biliyor, Kamuran Teyze de...