Makale

SADECE BİR AVUÇ TOPRAK

SADECE BİR AVUÇ TOPRAK

Nermin Yılmaz

Yine sıradan bir gün, hayatı rutine bağladığımız… Bedenim, ağır gelen yükünü, bir an önce yerine ulaştırıp kurtulmak isteyen bacaklarıma havale etmiş. Koşturuyorum dünyanın içinde ve dünyanın işlerinin peşinde. Dünya deyip küçümsüyoruz ama burası sonrası olan bir yer. Öyle ki buranın sonrası ebedî yurt. Düşünüyorum da sırf bu sebeple dünya, her anı nakış işler gibi dikkatle yaşanacak bir yer. Böyle olursa sonu kârlı, anlamlı. Ama biz geçiştiriyoruz çoğu zaman. Günleri bitirmek için yaşıyoruz; saatleri bir çocuğun suyla oynadığı gibi kâh sağımıza kâh solumuza kâh tepemize döküp harcıyoruz. Çocuk demişken o küçümsediğimiz, anlamsız bulduğumuz oyunlar aslında kazandırdığı becerileri, geliştirdiği diyalogları, kısacası her anıyla büyüklüğün provası değil mi? Nasıl çocuk için oyun çok önemli ise, onu büyüklüğe ve büyümeye hazırlıyorsa dünya da belki bu yönüyle önemli, bizi bitmeyen bir âleme hazırlıyor.

Bu düşünceler beynimde dolaşırken telefonumun sesiyle irkiliyorum. Oldum olası sevemedim şu telefon işini. Başkaları tarafından her an ulaşılabilir görülmenin verdiği mahremiyet zedesi değil sevmeyişimin tek sebebi. Telefonu her açışımda kötü bir haber alacağım endişesi gri bir duman olup sarıyor kalbimi. Bilmiyorum, ne bana böyle hissettiriyor. İnsan psikolojisi bir kara delik, bir muamma.

Arayan komşumuz yoğurtçu Ali Amca’nın gelini. Aslında eski komşum demeliyim, yıllar önce aynı mahallede oturuyorduk. Üstelik bugünün şartlarında düşünüldüğünde evlerimiz komşu denilemeyecek kadar uzaktı birbirine. Ama o zaman mekânsal uzaklıklara göre komşu, arkadaş, dost demezdi insanlar birbirine. Bugünün üst üste kibrit kutularında mekân olarak çok yakın ama ruhen ayrı dünyalarda ayrı acılarda ayrı sevinçlerde hayat süren insanlarının anlayacağı bir şey değil bu.

Ali Amca geçen sene eşini kaybetmiş. Son beş altı yıldır da gözleri hiç görmediği için oğlunun yanına yerleşmiş. Gelini de vicdanlı, iyi bir hanım. Konuşmaya çok zamanımı almak istemediğinden, kusura bakmamamdan bahsederek başlıyor. Bir anda mahcubiyeti ifade edecek ne kadar söz varsa yığıyor üzerime. Bu sözlerin arasından sıyrılıp müsait olduğumu, kusurluk bir şey olmadığı söylediğimde biraz olsun rahatlayıp

-Bir müşkülümüz var, paylaşabilir miyiz? diyor.

Uzun zamandır bu civarda yaşıyorum. Gençliğinde geçimini el arabasında sattığı yoğurtlarla sağlayan Ali Amca ve ailesini tanıyorum. Çocuklarımın onun arabasından renkli leblebi aldığı günler dün gibi aklımda. Müşkül deyince aklıma binbir türlü şey geliyor.

-Hayrolsun, anlat lütfen, diyorum.

-Babamla sürekli dertleşiyoruz, durmadan ağlıyor, bir isteğinden bahsediyor, diyor.

Babam dediği kayınpederi. Ve onu üzen beklediğimin aksine ne görmeyen gözleri ne ilerleyen yaşı ne zayıflayan bedeni ne de yalnız kalmasıymış. Derdi yoksullukmuş. Evinin olmaması, yiyecek yemek bulamaması gibi bir yoksulluk değil ama. Yoksulluğunun sebebi babası. Babası yokmuş, hiç olmamış. Baba yokluğu, bugüne kadar mezarını bile bilmemek, görmemekmiş onun derdi.

Daha birkaç aylıkken yetim kalmış. Annesinden, yakınlarından sonu hüzünlü biten bir masal gibi dinlemiş babasını. Babası ailesinin nafakasını kazanmak için köylerinden uzağa
çalışmaya gitmiş. Orada hastalanıp vefat ettiğini ve cenazesinin de birileri tarafından yine oraya defnedildiğini dinleyerek büyümüş. Ama nihayetinde büyümüş. Genç olmuş, baba olmuş, çalışmış didinmiş türlü sıkıntılar yaşamış ve yaşlanmış. Ancak bu acı hikâyeyi içinden çıkaramamış.

Gelinine, babamın mezarını bari bulsam da ölsem; görmesem de toprağını avuçlayıp babam desem, deyip deyip ağlıyormuş. Bana bunun nasıl olacağını, kayınpederinin bu isteğine duyarsız kalamadığını anlatıp fikir istiyor. Üzgünken üzgün başka birini nasıl teselli edeceğini bilemiyor insan. Karşımda benden çözüm bekleyen biri varken çaresizlik kelimelerimi düğümlüyor. Dahası 80 küsur yıl olmuş. Çözüm bulamıyorum ama dua ediyorum. Cennette buluşurlar, gerçek gözleriyle görür inşallah, diyorum

Yine Rabbim benim görmemek için direndiklerimi gösteriyor, sahip olduklarıma şükretmeyi hatırlatıyor. Ne nimetler var şükürle işlenmeyi bekleyen… Keşke bilsek…