Makale

KIRAAT, TEFEKKÜR VE HAYAT ÜZERİNE

KIRAAT, TEFEKKÜR VE HAYAT ÜZERİNE
Hatice Kurt
Sakarya İl Müftülüğü ADRB Vaizi

Rabbimizin bizlerin huzur ve selameti için sunduğu iki güzel nimeti olan vahiy ve kâinat kitabını tefekkür, tezekkür etmeye her geçen gün ihtiyacımızın arttığı gün gibi ortadayken söze okumayı emreden ve kalemi kullanmayı öğreten Rabbimizi hatırlatan ilk ayetlerin mülahazasından mı, okumaları güzelleştirmenin öneminden mi, hayatın anlamından mı başlamalı?

Dilin okuması kıraat, aklın okuması tefekkür, kalbin okuması hayattır. Bütün mesele, birbirini tamamlayan kıraat, tefekkür ve hayatı, hayatın içinde geçmişiyle, şimdisiyle, geleceğiyle bir bütün olarak insanı ve insanın kendisini okumasını güzel yapabilmesinde… Biri ihmal edilip denge bozulduğunda maddi ve manevi hayatımızda bir ilerleme gerçekleşmiyor ne yazık ki... Oysaki bizim dinimiz namazlarımızda ve dualarımızda “Rabbena Atina” duasıyla da zikrettiğimiz gibi hem dünyamızı hem de öbür dünyamızı güzelleştirmek için gönderilmiş.

“İnsanoğlu daru’l bekaya göçtüğünde bu kadar çabuk unutulacağını bilseydi, insanları değil, Rabbini memnun etmeye daha çok gayret ederdi.” sözü beni
derinden etkilemiştir. İnsanoğlu, idrak edebildiği kadar eşref-i mahlukat olabileceğini keşke bilebilseydi... İnsan dünyayı imar etmekle vazifeli bir halifedir. Kendini imar edemeyenin kâinatı imar etmesi düşünülemez. İnsan önce kendi arzının imarından sorumludur. İnsanın arzı ise kalbidir. İnsanoğlu kalbini nefsin arzularından temizleyip iman, meveddet ve merhametle donattığında ancak çoğu kez yüreklerde yozlaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan yeryüzündeki denge bozukluklarının ve dünyanın pek çok yerindeki savaş, açlık, susuzluk gibi problemlerin önüne geçilebilir.

Kalemle yazmayı öğreten Rabbimizin ifadesinden yola çıkarak kitaplarla dost olmayı bilmek kadar önemli kalemi kâğıtla buluşturmak, yazıyla konuşmak, üzerinde düşünmek, düşünceye bir de dışarıdan bakabilmek... Yaşanan duyguları, hayatları, fikirleri, düşünceleri kalıcı ve hatırlatıcı kılmak... Söz uçar, gider, yazı baki kalır misali… Hakikati bulmak için indirilen kitaplar, kaleme edilen yemin... “Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (Alak, 96/3-5) hitabı... İnsan hem bir kitaptır Rabbinin yazdığı hem de kitabını yazandır; hem yazılan hem yazan…

İnsan kitaplarda başkalarına yüklenen misyonda bazen kendisini buluverir, bazen de başkalarını… Yazan ve okuyan hem kendisine hem de başkasına ayna olur. Herkesten sakladığı deruni ve girift dünyasını, hayallerini, korkularını, ümitlerini önüne koyup seyreyler dışarıdan şöyle bir… Bazen onlarla beraber düşünür, bazen onlardan ayrı düşünür; her sese kulak verir, her düşünceye saygı duymaya çalışır. Onlarla diyalog içindedir. Onları sabırla dinler, titizce araştırır, anlamaya gayret eder, onlarla dost olur.

Bazılarına göre kitaplarda yaşayan iyi insanlar; düşünceleriyle, duygularıyla insanın her zaman kılavuzu, arkadaşı, dert ortağı oluverir gerçek hayattan ziyade… Habil gibi, Hz. Lokman gibi, Hz. Yakup gibi, Hz. Eyüp gibi… Kötü insanlar da alınacak ibretlik bir ders oluverir insana.

Anlam-değer sabitelerini kaybetmiş, millî ve manevi değerleri örselenmiş bir toplumda kitaptaki şahsiyetlerle sohbet etmek bir hayli iyi gelir insana. Bir yol bulur içindeki duruma insan. Fırtınada iliklerine kadar ıslanıp tir tir titredikten sonra gürül gürül yanan, muhtemelen üzerinde aş ve çayın da olduğu gönlü ve bedeni ısıtan bir ocak başının yanında oturmak gibi sanki bir kitabın yanına oturuverir, tutuverir kitabın elinden. Kitap; yurdu, sığınağı, inziva yeri oluverir insanın. Bu arada hâlbuki insan, insanın yurdu değil miydi? Ne ara bu emaneti unutuverdik? Hep kendimize yurt mu aradık? Yurt olmayı mı düşünemedik?

“Kitabını oku! Bugün hesap sorucu olarak sen kendine yetersin.” (İsra, 17/14) ayeti, hayat kitabımızı yazarken her yaptığımız amele Allah’ın adını anarak ve rızasını gözeterek başlamaya ve bitirmeye gayret etmenin ötesinde, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin kayda alındığının ve kendi kitabımızı yazdığımızın, sonra da eserimizi okuyacağımızın bilincinde olmamız gerektiğini düşündürür. Allah’ın kitabını güzelce okuyanın, anlayanın kendi kitabı da güzel olacaktır elbette.

“Müminin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnızca mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir musibet geldiğinde sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Züht, 64) sözü yetişir zihnimize, kalbimize.

İnsanın kendinden başkasını gör(e)mediği şu dünyada başımızı biraz da gökyüzüne çevirelim öyleyse. Derin bir nefes alıp göğe bakalım mesela. “Gök ve yer, hep vaktini bekler.” der, Kemal Sayar. Rablerinin verdiği görevi harfiyen yerine getirir ve mucizeler gözlerimizin, kulaklarımızın, ellerimizin, ağzımızın, burnumuzun dibinde gerçekleşir. Gözümüzle “basar” olanın basiretini, kulağımızla “semi” olanın esmasının tecellilerini yakalamaya çabaladıkça huzur dolarız. Görebildiğimizce, duyabildiğimizce kalbimizden idrak yolları açılır Rabbe doğru. Gökyüzü yüklendiği yükünü yeryüzüne yavaş yavaş rahmet olarak dökerken Rabbinin nimetlerini bereket, huzur, rızık olarak sunduğu bir tabla vazifesiyle insana, hayvana ve nebata kavuşturur yeryüzü de. Ve gökyüzü, yükünü, kar, yağmur ve dolu motiflerinin farklılığıyla özgür, birbirine yakın fakat sınırlarını bilerek
meleklerin refakatinde fakat birbirinin yoluna göz dikmeden, sükûnet ve vakarla salıverir yukarıdan ve yeryüzü kucaklar rahmetle gelenleri, bazen cenneti anımsatan yeşil çiçekli elbisesiyle bazen de ölümü anımsatan cepsiz ak elbisesiyle. Tevazunun asıl yurdu olan toprağa bir de sadelik, saflık, arınmışlık eklenir böylelikle. Setreyler üzerindeki çirkinlikleri, farklılıkları, hemhâl olur kâinat hakikatle, doğallıkla.

Hayat yeryüzünden ibaret değil, kaldırın biraz da başınızı dünya meşgalelerinizden diyen, Allah’ın mübarek kuşları iyi ki geldiniz hayatımıza. İtina ve özenle birlikte şaşaalı ve görkemli uçuşlar yapıp havada kavisler çizerken insanların yeryüzünde sarf ettikleri gereksiz, faydasız söz ve işlerden, kendini, haddini bilmezlerin safsatalarından gözlerin, düşüncelerin, dilin ve en önemlisi de kalbin, seni hayretlere düşürsün, kulları yaratan bir Rableri olduğunu, onun büyüklüğünü, merhametini, adaletini hatırlasın diye elinden gelen bütün hünerleri sergileyerek insanın odak noktasını yeryüzünden gökyüzüne çekebilmek ve bu arada yardımlaşma ve dayanışma dersi vermek.

“Gökyüzünde Allah’ın emrine boyun eğerek uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları gökte ancak Allah tutar. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.” (Nahl, 16/79) ayeti gelir hemen aklımıza. Bugün bizim payımıza düşen hâl diliyle biz de varız bu âlemde “Rabbimizin ayetlerinden bir ayetiz.” diyen yukarıdaki ayeti canlı tefsir dersine çeviren kuşların muhteşem gösterisine hayretle seyirci olan bir ilim
talebesi olabilmek. Kim bilir zihnî ve ameli anlamda kendimize ve çevremize fayda sağlamayan beyhude harcadığımız zamanlardan ve insanları memnun etme ve onaylanma çabalarımızdan dolayı hangi Rabbani mesajları kaçırıyoruz hayatta? Yoksa göğüs kafesimizin içindeki can kuşumuzun içine sığmayan feveranların sebebi bu mu? Ey kuşlar! En ihtiyacım olan bir günde, iyi ki hünerlerinizi bana gösterdiniz ve dikkatimi yukarılara çekmeyi başardınız ve kalbimin dehlizlerinde hapsettiğimi fark ettiğim, azat edilmeyi bekleyen kuşlarımı da sizinle birlikte olsunlar diye salıverme fırsatını bana lütfettiniz. Hayatta tesadüf diye bir şey yoktur. Her şey bir plan, program dâhilinde, birçok muktezayı hikmet taşımaktadır.

Demek ki böyle durumlardan dolayı “Kur’an onu okuyanların kalbine daima sefer etmektedir.” diyor, Muhyiddin İbn-i Arabi. Sorumlu olduğumuz hayatın, şu anın hakkını verebiliyor muyuz? Anın, günün hakkını verenin ömrü uzun, bereketli olur. Gökyüzünde kuş misali uçarken bulutları seyredebilmek, balık gibi yüzerken suyun derinliklerindeki harikulade bir âlemin üstünde olduğunu idrak etmek de bizim tefekkür sebebimiz. Hiçbir çiçekçide bulamayacağımız fıtratı bozulmamış envai renkteki güzellikle özenle bezenmiş aynı topraktan çıkan farklı farklı, Allah (c.c.) boyasıyla boyanmış, her boydan çiçekleri, bitkileri, ağaçları temaşa ederken hayat yolculuğumuzda kalbimiz imanla dolar. Her bir yaratılanın kesinlikle boş yere yaratılmadığını ve tabiatı bu güzel renklerle, ihtimam ve düzenle boyayanın, dağları çeşit çeşit dizenin, ağaçları, hayvanları farklı farklı ve hizmete mebni kılanın kudret ve azametini daha iyi okuma, anlama fırsatı buluruz. Karıncaları, arıları her iki kitaptan okuduğumuzda rızıklar seher vaktinde bolca dağıtılır, gaflet uykusuna dalmayanın maddi manevi kesesine dersini alırız hissemize. “Ve insan için ancak çalıştığı kadarı vardır.” (Necm, 53/39) ayeti gelir hemen aklımıza.

Yaptığımız işte, söylediğimiz sözde, ihsan ve ihlas kavramını yakalayabilsek; ehil, emin bir kişi olup ne iş yaparsak yapalım en güzelini yapabilsek; sevebilsek işimizi, eşimizi, arkadaşımızı, akrabalarımızı, komşularımızı, birbirimizi, sınırlarımızı bilebilsek kendimizi bilmiş ve kendimize vakit ayırmış olur muyuz?

Fakat insanoğlu hep meşgul, hatta öyle ki kendini, çevresini tanımaya, bunları yaratanı bilmeye, dinlemeye vakit bulamayacak kadar işgal edilmiş durumda. Bu da ne demek ola ki öyle şimdi? İçerisinde ister istemez bulunmak zorunda olduğumuz modern hayat ve onun oluşturduğu yeni dünya düzeni işgal ediyor insanın elini, dilini, kulağını, gözünü, zihnini en önemlisi de kalbini. Ve tabii ki vaktini, sevgisini, emeğini, umudunu, hayrını çalıyor. Düşünmesine, sorgulamasına, kendi içine yönelmesine, kalbini dinlemesine, kendini aramasına, kendini bulmasına izin vermiyor çünkü insanın düşünmesini istemiyor, sadece mutlak itaatini istiyor. Hayatımızın hızını, hazzını tayin edebiliyor, yeri geldiğinde duraklayıp bütün duygularımızla ve düşüncelerimizle bir anın içine güzel salih bir işle gömülebiliyorsak bugün ve bugünün bir bölümünde ne mutlu bizlere! Zamanın bizi taşkın bir sel gibi sürüklemesini istemiyorsak arada duralım, yavaşlayalım. Güzel niyetlerimizden, tefekkürümüzden, imani bir kalple salih amele varalım. “Kötülükleri bitiremeyiz ama iyilikleri artırabiliriz.” der, Sezai Karakoç. Evet, biraz da dinginleşip kendimize iyilik yapalım, kendimize çalışalım. “Kim ki, zerre miktarı iyilik yaparsa kendine yapmış olur, kim ki, zerre miktarı kötülük yaparsa yine kendine yapmış olur.” (Zilzal, 99/7-8) ayeti gelir aklımıza. Herkes gülünü, lalesini, zambağını kendi götürür kucağında cennetine ve yine herkes odununu, ateşini, zemheri soğuğunu, canlı kâbusunu kendi götürür cehennemine. Karşılıksız, ihlasla yaptığımız iyilikler, yaptığımız kişiden önce Rabbimize ulaşır ve karşılığını Rabbimiz verir bize fazlasıyla ve Rabbimiz işlerimizi üstleniverir. “Allah, salih kullarının işlerini üstleniverir.” (Â’râf, 7/196) ayeti gelir hemen aklımıza.

İnsanoğlu, her varlığın bütünüyle dünyada var edilmesinin sebebi hikmetleri olduğunu, içinde ne faydalar taşıdığını güzelce okuyabilse, yazabilse kendi
kitabını hayırla, tahkiki imanın meyvesi olan salih amellerle. Kâinatı ve kâinatı içinde derç eden, zübde-i âlem olan insanoğlu okumayı ve bu okumayı Allah’ın vahiy ve kâinat kitabını birlikte okuyarak yapabilse muhakkak ki daha şerefli bir insan olurdu. Yunus’un dilinde bu durum “ İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.”a dönüşüverir.

Öyleyse insanın okumaya kendi bedensel ve ruhsal yapısını okumayla başlaması, küçücük bir su ve kan damlasından oluştuğunu hatırında tutması, mütevazı olması, modern dünya düzeninin insana empoze ettiği bencillik ve kibir hastalığına karşı durmaya çabalaması, Yüce Rabbinin büyüklüğünü hatırlaması, kâinata, kendisine ve vahiy kitabına tefekküri bakışla bakması, kendi acziyetini ve sorumluluklarını, yüklendiği onca emaneti, yaratılışının asıl gayesini fark edebilmesi insan için en büyük görev ve dolayısıyla da en büyük şeref değil de nedir?