Makale

TEVHİDİ MERKEZE ALAN BİR DÜŞÜNÜR İSMAİL RACİ FARUKİ

TEVHİDİ MERKEZE ALAN BİR DÜŞÜNÜR
İSMAİL RACİ FARUKİ

Koray ŞERBETÇİ

Aslında hikâyenin en trajik safhası, XX. asrın başladığı tarihten henüz on sekiz yıl geçmişken başladı.

1919 senesinde Paris’in yaldızlı salonlarında toplanan galipler, masa üzerine yaydıkları haritaları başında Müslümanların yaşadığı beldeleri cetvel ve kalemlerini kullanarak ve kimseye sormadan taksim etmekteydiler. Peki ama bu ortam nasıl doğmuştu? Neden Müslümanların beldelerinin taksimatı Paris’te yapılıyordu? Dahası Müslümanlar neden buna boyun eğmek zorunda kalmışlardı?

Aslında dört sene süren çetin savaşta Müslümanlar, Osmanlı Devleti önderliğinde büyük bir mücadele vermişlerdi. Elbette Batılı güçlerle işbirliğine giderek bu kutlu mücadeleye ihanet edenler olmuştu ama bunlar marjinal gruplardan ibaretti. İslam dünyasının ekseriyeti eldeki imkânlar elverdiğince Batı saldırganlığına karşı bu mukaddes direnişe katılmışlardı.

Osmanlı orduları Galiçya’dan Çanakkale’ye, Kafkaslardan Süveyş Kanalı’na dek Batı’nın emperyal düşlerine gövdesini imanla siper ederken diğer beldelerde de kabile reislerinden kanaat önderlerine dek Müslümanlar İstanbul’dan yükselen sese kulak vermişler ve mücadeleye girişmişlerdi.

Daha düne kadar Osmanlı’ya isyan eden Yemen İmamı isyanı bırakıp Osmanlı’nın yanında saf tutmuş, Hint Müslümanları sömürgeci İngiliz idaresini grev ve boykotlarla zora sokmuş, Libya’da Sunusiler gönüllü savaşçıları ile Mısır’a hücum etmiş, Irak’ta aşiret lideri Uceymî Sadun İngilizlerin kendisine Irak krallığı teklifini elinin tersiyle iterek Kut Muharebesinde Osmanlı yanında İngilizlere karşı savaşmıştı.

Ama olmadı. Birinci Dünya Savaşı’nı Osmanlı kaybetti. Tabii siyasi zeminde tüm İslam dünyası da.

İşte tam bu fırtınalı iklim içerisinde, Osmanlı sancağının gönderden indirilip İngiliz bayrağının göndere çekildiği Filistin topraklarında bir çocuk dünyaya geldi. Bu çocuk, ileride bir ilim ve fikir adamı olarak tüm ömrünü ve mesaisini Müslümanların XX. asırda bu duruma düşmesinin nedenlerini arayacak ve buna bir çözüm getirmeye çalışacaktı. Bu kişi İsmail Raci Faruki idi.

Kimlik ve kişiliğinin

şekillenme süreci

Yukarıda denildiği gibi İsmail Raci Faruki, 21 Ocak 1921 tarihinde, Filistin’in Yafa şehrinde dünyaya geldi. Kendisi eğitim yaşına geldiğinde İngiliz idaresine girmiş bulunan Filistin’deki Batı eğitim modeline ilk adımını attı. İlk ve ortaöğretimini, St. Joseph Kolejinde tamamladıktan sonra Lisans öğrenimini Beyrut Amerikan Üniversitesinde felsefe alanında yaptı.

Aslında aldığı bu Batı tarzı eğitimi diğer teslimiyetçi entelektüellerin aksine bir avantaja dönüştürecek, Müslüman bir aydın olarak Batı düşüncesini ve İslam düşüncesini karşılaştırmalı okuma yapmasını sağlayacaktı. İdari görevler de üstlenen Faruki, 1945-1948 yılları arasında Celîle’nin son Filistinli valisi olarak görev yaptı. Kendisi yaşadığı toprakların o günkü siyasal atmosferini iyi takip ediyordu. Bunun en büyük kanıtı görevi süresince kendi topraklarında ikinci sınıf bir topluluk hâline getirilmeye çalışan Filistinliler’in haklarının ısrarlı bir savunması oldu. Fakat 1948’de İngiliz sömürge idaresinin planları dâhilinde tasarlanan İsrail Devleti’nin kurulması, bölge insanı gibi onun da hayatında bir kırılma noktası teşkil etti. İşgal altındaki Filistin’de duramadı ve Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti.

Amerika’ya ulaştığında aldığı eğitim kendisine iyi bir zemin hazırladı. Düşünce faaliyetinden kopmadı. Indiana ve Harvard üniversitelerinde felsefe alanında yüksek lisans yaptı. “Değerin Metafiziği ve Epistemolojisi” konulu doktora tezini 1952’de Indiana Üniversitesi’nde tamamladı.

Ama Faruki sadece Batı düşüncesini gören bir Doğulu değildi. Bu eğitimi yanında kendi düşünce kaynaklarına da aynı ciddiyet ve iştiyakla yöneldi. Bunun için Mısır’a giderek Ezher Üniversitesinde üç yıl süreyle şer‘î ilimler alanında öğrenim gördü.

Daha sonra Amerika’da hocalık yapmaya başladı. Fakat Amerika’da üniversitelerde ders verirken aynı zamanda Müslümanların Batı ikliminde teşkilatlı bir hâlde bulunmasına önem verdi. Örneğin Amerika’daki Müslüman öğrencilerin kültürel dayanışmasını sağlamak amacıyla “Muslim Student Association” mensuplarıyla yakınlık kurarak ilmî ve fikrî konularda onlara rehberlik yaptı. Bununla da yetinmedi elbette. Philadelphia Temple Üniversitesinde İslam araştırmaları bölümünü, Chicago’da “American Islamic College” teşkilatlarını kurdu.

Bu kurumlar sadece Batı’da yaşayan Müslümanların aidiyet duygusunu tatmin etmek için değildi. Buradaki bilimsel ve fikrî faaliyetler aynı zamanda tüm Müslümanlara XX. asrın getirdiği acılara karşı bir fikir reçetesi de yazacaktı.

Kendisi ABD’de yaşamaktaydı ve ilmî faaliyetlerini burada sürdürmekteydi. Ama aynı zamanda bir yanı daima İslam dünyasıyla bağlantı içerisindeydi. Özellikle faaliyetlerinde Pakistan, Hindistan, Güney Afrika, Malezya, Libya, Suudi Arabistan ve Mısır’daki İslami araştırma kurumlarıyla bağlantıda kalarak onların proje, uygulama ve danışmanlık düzeylerinde önemli katkılarda bulundu.

Ama bu değerli bilim ve fikir adamı Orta Doğu’yu şiddete boğan ve Filistin halkına bu şiddet sarmalı ile kan kusturan Siyonist nefretten binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen payını aldı.

İsmail Raci Faruki ve eşi Lois Lamyâ, 27 Mayıs 1986’da Pennsylvania Wyncote’taki evlerinde sahur vaktinde bıçaklı bir saldırıya uğrayarak öldürüldüler. Olay Amerikan basınında ısrarla göz ardı edilmesine rağmen İslam dünyasında geniş yankılar uyandırdı.

Peki ömrünü fikre adamış bu Müslüman aydın İslam dünyasına ne söylüyordu?

Faruki’nin problemi teşhisi

Öncelikle ifade etmek gerekir ki İsmail Raci Faruki, XX. asırda İslam dünyasının yetiştirdiği önemli fikir adamlarından birisiydi. Kendisi çok geniş bir sahada çalıştı ve buradaki uzun çalışmaları sonucu kendi fikirlerini damıttı. O, mukayeseli dinler tarihi başta olmak üzere sanat, düşünce tarihi, siyaset felsefesi, Batı felsefesi ve teolojisi, ahlak metafiziği, epistemoloji, ontoloji gibi birçok disiplinde yetkin bir birikime sahipti.

Ama tüm bu alanlardaki çalışmalarında kafasını kurcalayan temel soru, yeni bir çağın şekillendirdiği modern dünyada Müslümanların nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğiydi.

Faruki’ye göre Müslümanların en büyük çıkmazı; XIX. asrın ikinci yarısında başlayarak XX. asra dek sadece Batı’nın taklit edilmesi ve bu taklit alanlarının hiçbirinde bir başarı elde edememesiydi. Sorun burada yatmaktaydı.

Peki Müslümanların XIX. asırdan bu yana Batı’nın teknolojik üstünlüğü ile yaptığı her yönlü saldırıdan kurtulmak için başvurduğu taklit nasıl bir tablo ortaya çıkarmıştı? Faruki öncelikle dikkatini bu soruna odakladı. Faruki’ye göre XIX. asırda başlayan ve Osmanlı’nın mağlubiyetinden sonra ortaya çıkan politik iklimde öncelikle İslam coğrafyasında yapay sınırlar oluşturuldu ve bu durum ümmet arasında da bir umutsuzluk hâlinin meydana gelmesine sebep oldu. Batılı emperyalist sömürgecilerin kurduğu bu siyasi zemin yeni sorunlara da neden oldu. Batı’nın İslam beldelerinde kurduğu koloni yönetimleri aracılığıyla yabancı anlayışlar Müslümanların zihnine hâkim oldu. İslam ümmetinin kendine has kültürel ve fikrî dinamikleri yozlaştı ve bir süre sonra yüzüne bakılmaz oldu. Modernleşme adı altında Batılı eğitim kurumları ithal edildi ve buralarda İngilizce ve Fransızca, eğitim dili hâline getirildi. Bu durum İslami gerçekliğin üzerini örtmeye başladı.

Elbette Batılı bir düşünceyle yeniden inşa edilen kurumlar Müslümanların zihnî tutumlarını da değiştirdi. Bir süre sonra Müslüman bireylerin tüketim ve giyim alışkanlıkları, hatta evlerinin mobilya ve süslemeleri, yaşadıkları beldelerin sokak, cadde ve imar yapıları, toplum tasarımları, boş vakitlerini değerlendirme tarzları bile yabancı mitler tarafından kuşatıldı. Bütün bu kuşatma sonucu Müslümanlar kendi düşünce kimliklerinin özgünlüğünden uzaklaşmaya başladılar. Öyle ki Müslümanlar gerek düşüncede gerekse yaşayışlarında karmakarışık bir hâl aldılar. Çünkü Müslümanlar genel anlamda bunca taklitten sonra ne İslami ne de Batılı olabildiler.

Faruki’nin çözüm önerisi

İslam dünyasındaki bu çatışmayı tespit ve teşhis eden Faruki, umutsuzluğa düşmeden ve sadece karamsar tabloyu okumaktan öte, ileri doğru bir adım daha atarak neler yapılması gerektiği üzerinde de durdu. Bilhassa İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için yalnızca siyasi reçeteler üreten kişi ve gruplardan farklı olarak mağlubiyetin ilk başladığı yere yani zihniyet meselesine eğilerek kendi özgünlüğünü de ortaya koydu.

Onun Müslümanların kurtuluş reçetesi olarak gördüğü en büyük tezi “Bilginin İslamileştirilmesi” projesiydi. Peki ne demekti bu ve nasıl gerçekleşecekti?

Faruki’ye göre zihinsel inşa noktasında eğitim kurumları başroldeydi. Fakat İslam dünyasına ithal edilen Batılı eğitim kurumları, Müslümanların tarihsel hafızasının köreltildiği ve buna karşı Müslüman bireyin bilincinin de Batı’nın karikatürü hâline getirildiği laboratuvarlar gibiydi. Ama bunun yanında medrese gibi geleneksel eğitim kurumları da bilginin geldiği düzey itibarıyla çağın beklentilerini karşılayamıyordu.

Bunun için Batılı bilginin eleştirisini yapacak ama aynı zamanda geleneksel eğitim kurumlarının da eksiklerini giderecek, İslam’ın ruhunu yansıtan yeni bir dünya görüşünü mayalayacak bir eğitim metodu ve eğitim kurumlarına ihtiyaç vardı. İlk ve en önemli çaba bu olmalıydı. Zira Müslümanların kurtuluşunu ancak İslami bir dünya görüşü sağlayabilirdi. Çünkü Müslümanların kendine has bir dünya görüşü inşa etmeden özgün kurumlar, bilim adamları, politikacılar, ekonomik ve toplumsal fikirler ortaya koyması beklenemezdi.

Peki bu İslami dünya görüşü ne demekti?

Faruki, bununla akıl ve vahyin birlikteliği esas alınacak şekilde Allah’ın birliği, gerçekliğin/hakikatin birliği, bilginin birliği, insanlığın birliği ve hayatın birliği ekseninde üretilen kurallar bütününü kastetmekteydi. İşte bu, bilginin İslamileştirilmesi demekti. Bunun için izlenecek yol haritasında beş temel şart vardı: Modern disiplinleri iyice öğrenmek, İslami kültür mirasına iyice nüfuz etmek, modern bilginin her alanıyla İslam arasında özel bir uygunluk ve uzlaşma sağlamak, İslami kültür mirasıyla modern bilgi arasında verimli bir terkip için metotlar geliştirmek, İslam düşüncesini, ilahi modeli icra edecek ve ona işlerlik kazandıracak bir yörüngeye oturtmak.

Bu yol haritasının temel pusulası ise “tevhit” idi. Faruki’ye göre tevhit; hem bilgiyle hakikati uzlaştırıcı hem de düşünce ve hayatın bütün adımlarını yönlendirici bir ilke olarak İslam düşüncesinin esasıdır. Kısacası tevhit bir dünya görüşüdür. Bu görüş Müslüman birey için eksen bir görüştür. Yani bir Müslüman için metafizik, bilim, tarih, ahlak, sanat, sosyal, siyasi ve ekonomik sistem hep bu ilkeden hareketle yorumlanması gereken alanlardır.

Kısacası, Faruki’ye göre bilginin İslamileştirilmesi projesiyle, çağdaş fikirler İslam dünya görüşü süzgecinden geçirilerek yeniden şekillendirilecek, tanımlanacak ve düzenlenecektir. Böylece Müslüman bireylerin zihinsel inşası kendi özgün dünya görüşüne göre yeniden yapılanacak ve kör taklitten dolayısıyla yozlaşmadan kurtulacaktı. Bu bireylerden oluşan İslam dünyası da çağdaş sorunların çözümüne kendi yaklaşımı ile katkıda bulunacak ve eski asırlarda olduğu gibi yine yeryüzünde bir özne hâline gelecekti.

Bunun en büyük delili de İslam medeniyetinin altın çağlarında gizlidir. Bu dönemlerde İslam dünyası, Hint, Antik Yunan ve Pers gibi medeniyetlerin bilim mirasını İslamileştirerek İslam ilim ve kültür havzasına dâhil etmişler ve zirveye ulaşmışlardır. İşte bugün de çağdaş İslam dünyası, çağdaş bilgiyi beş aşamadan geçirerek ve tevhidi esas alarak tüm bu zincirleri kırabilecektir.