Makale

Ahlâkî Yozlaşmaya Karşı TAKVA

Ahlâkî
Yozlaşmaya Karşı
TAKVA
Doç. Dr. Ahmet Koç
Rize Üniv. İlâhiyat Fak.

Ahlâk, insanların bir arada ve âhenk içinde yaşamalarını temin eden güçlü bir toplumsal sözleşmedir. Ahlâk olmasa, neyin iyi neyin kötü olduğu bilinmese ve bu konuda ortak bir kabul bulunmasaydı, herhalde toplumsal bir düzenden söz etmek mümkün olmazdı. Bu açıdan bakıldığında ahlâkın, insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek için konulmuş kurallar bütünü olduğu söylenebilir. Ancak bu kuralların kim tarafından ve neye göre belirleneceği konusu hep tartışılmıştır. Farklı filozoflar bu kuralların belirlenmesinde kıstas olarak akıl, sezgi, duygu, tecrübe, iyi niyet, ruhî hürriyet, fayda, haz gibi farklı kriterler kabul etmişlerdir. Dinlerde ise bu kurallar, insanlara dinî otorite tarafından bildirilmiştir.

Ahlâk kurallarının belirlenip bilinmesi elbette önemlidir, ancak bunların uygulanması çok daha önemlidir. Doğrunun ne olduğunu bildiği halde yanlış davranan insanların varlığı da göstermektedir ki, doğrunun bilgisi onu yerine getirmek için gerekli olsa da yeterli değildir. O halde insanların ahlâkî esaslara uygun hareket etmesini sağlayacak motivasyon kaynağı nedir? İnsanların ahlâkî ilkelere ve kurallara uygun davranması, hangi müeyyidelerle nasıl sağlanacak ve denetlenecektir?

Bu soru aslında insanın varoluş sırrını kurcalayan temel sorulardan biridir. İnsan, hayatı anlamlandırma çabası içinde nereden geldiğini, varlık âlemindeki yerini, doğumla ölüm arasına sıkıştırılmış hayatta görev ve sorumluluklarını, bu hayatın kaçınılmaz sonu olan ölüm ve sonrasını araştırırken iyi-kötü, doğru-yanlış gibi değer yargıları ile hep karşılaşmakta ve alternatifler arasında bir tercih yapmak zorunda kalmaktadır.

Kendini arama serüveninde insanın bu sorularına verilen cevaplardan hiçbiri, vahyin sunduğu cevaplar kadar doyurucu olmamıştır. Kur’an’ın beyanına göre, kötülüğe de ondan korunmaya da yetenekli olarak yaratılmış insan (Şems, 7-8), fıtrata uygun bir gelişme gösterdiğinde melekleri aşacak bir yüceliğe erişecek (A’râf, 11; Hicr, 30), fıtrattan saptığında ise hayvanlardan daha aşağıya düşecek (A’râf, 179; Furkan, 44) dikey bir çizgide oldukça çetin bir mücadele vermekte ve insanların çoğu için bu mücadele hüsranla bitmektedir. (Asr, 1-3)

‘Modern insan’, diğer meçhulleri ve hatta kendisinden çok uzak nice bilinmeyenleri keşfetmesine rağmen kendine hâlâ yabancıdır. Kendini keşfedemeyen bu insan, bilinmezleri keşfederken de ciddî bir “gaye” sorunu yaşamakta, özüne yabancılaşmaktadır. Günümüz insanı, ilkel insandan daha fazla kötülük yapma istidadına sahip değilse de, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için onunla kıyaslanmayacak kadar güçlü araçlara sahiptir. Zihinsel birikimi ne kadar genişlemiş ve farklılaşmışsa ahlâkî yapısı o denli geri kalmıştır. Ahlâkî yapının sağlıklı işlemediği, değerlerin yozlaştığı toplumlarda birikim hangi seviyeye ulaşmış olursa olsun, insanlar huzurlu olamamaktadır. Çünkü böyle toplumlarda en doğal hak ve hürriyetler ayaklar altında çiğnenirken, behimî özgürlüklerden asla taviz verilmez ve bunu sınırlandırmak isteyenlerle de sonuna kadar savaşılır.

O halde insanların toplumsal düzenini sağlayan kurallara uygun hareket etmesi nasıl sağlanacaktır? İnsanlar yaşanan zamana ve şartlara göre çeşitli toplumsal kontrol mekanizmaları geliştirmişlerdir. Bu mekanizmalar iki yoldan toplumsal düzeni sağlamaya çalışmaktadır. Birincisi yazılı hukuk aracılığıyla ki, burada yasaların belirlediği müeyyidelere göre her suça bir karşılık konulmaktadır. Fakat yasalar tek başına toplumsal düzeni sağlamaya her zaman yetmemektedir. Yasaların yetmediği yerde de ikinci toplumsal kontrol mekanizmaları devreye girmektedir ki, bunlar da örf, âdet, gelenek ve görenekler gibi yazılı olmayan kontrol mekanizmalarıdır. Burada bireyi denetleyen güç, toplumun bakışı ve tepkisidir.

Ancak gerek yasalar gerekse örf, âdet, gelenek ve görenekler, bireyin davranışlarından ancak görülebilen ya da tespit edilebilenlerini yargılayabilmektedir. Oysa yanlış davranışların çoğu, bu mekanizmalara yakalanmamak için büyük bir gizlilik içerisinde yapılmakta ve tespit edilemediği için de yargılanamamaktadır. Bu durumda insanın kaçamayacağı tek kuvvet kalmaktadır ki, o da kişinin kendisi yani vicdanıdır. Ancak vicdanı nasıl işleteceğiz ve onu nasıl denetleyeceğiz? İşte bu noktada din insana, din dışı hiçbir temelin sağlayamayacağı bir iç disiplin boyutu kazandırmaktadır ki, bu Allah inancıdır.

İnsan, Allah’a inanmak ve O’na bağlanmakla İslâm nazarında büyük bir şeref kazanmakta, ama aynı zamanda da çok ağır bir sorumluluk yüklenmektedir. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak bütün bir kâinat ve onun içindekiler insana emanettir. Yaşanılan hayat da bu emanetin sınavıdır. Bu sınavda, insanın değerini belirleyen yegâne kıstas ise “takva”dır.

İslâmî terminolojide takva; insanın sonunda elem ve zarar verecek şeylerden sakınması, davranışlarının zararlı ve kötü sonuçlarından kendini koruması, günahlardan uzaklaşıp iyiliklere sarılması demektir.

Takva’da aslolan korunmadır. Bu bakımdan takva, Kur’an’da bir örtü, bir elbise (A’raf, 26) ve kötülüklere karşı koruyucu bir zırh ve kalkan gibi takdim edilmiştir. (Âl-i İmran 120) Bununla birlikte takvanın sadece kötülüklerden sakınmak değil, aynı zamanda iyiliklere koşmak anlamı taşıdığı da dikkatlerden kaçmamalıdır.

Kur’an, genel çerçevede takva’nın üç derecesine işaret etmektedir ki bunlardan birincisi, imandır. (Fetih, 26 gibi) İkincisi, büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrardan sakınmak ve farzları yerine getirmektir. (A’raf, 6 gibi) Üçüncüsü ise, kalbini Allah’tan meşgul edecek her şeyden uzaklaşmak ve bütün varlığıyla O’na yönelmektir ki bu; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının…” (Âl-i İmran, 102) emrindeki gerçek takva’dır. (Elmalılı, Hak Dini… I/169-170)

Kelime anlamından hareketle takvaya; “Allah’tan korkmak” karşılığı da verilmiştir. Bu durumda buradaki korku ile kişinin gerek bu dünyada, gerekse ahirette bütün iradî eylemlerinin sonuçlarından sorumlu olduğunu bilmesinden kaynaklanan bir hassasiyet kastedilmiş olmalıdır. Bazı meallerde takva’ya; “Allah’a karşı sorumluluk bilinci” ve “Allah’a karşı gelmekten sakınma” karşılıkları verilmesi de bu yüzden olsa gerektir.

Keza takva ile kastedilen Allah korkusu, herhangi bir korku objesi karşısında duyulan ve insanı tedirgin eden korku değil, tam aksine sevenin sevdiğini hoşnut etmek ya da incitmemek için, onun isteklerine uygun davranma noktasında gösterdiği duyarlılığa benzer bir şuur ve teyakkuz hâlidir. Bu hâl, insana korku değil; huzur ve mutluluk verir. Nitekim takva elbisesine bürünen ve hâlini ıslaha uğraşanlar için, korku ve hüzün olmayacağını bizzat Kur’an haber vermektedir. (A’raf, 35)

İnsan korktuğu her şeyden kaçıp uzaklaşırken, korktuğu oranda Allah’a yakınlaşır ve O’na karşı muhabbeti artar. Bu anlamda takva sahibini en çok korkutan şey, Allah’ın sevgisini ve himayesini kaybetmektir. Yunus’un; “Ne varlığa sevinirim/Ne yokluğa yerinirim/Aşkın ile avunurum/Bana seni gerek seni” derken, kastettiği de bu olmalıdır.

Görüldüğü gibi takva, kalpte yerleşmiş bir iç disiplin kaynağıdır. Bunun için Peygamber Efendimiz kalbine işaret ederek; “Takva şuradadır.” (Müslim, Birr, 32) buyurmuşlar ve “Allahım! Nefsime takva lutfeyle!” (Müslim, Zikir, 73) diye dua etmişlerdir. Takva, aynı zamanda iç dünyamızın süsü, ziynetidir. Bu anlamda da takva, kişinin dış görünüşünü halk için süslemesine karşılık, iç dünyasını Hak için süslemesi olarak anlaşılmıştır.

İnsan takva sayesinde; koruyan, kollayan, ama sürekli olarak da kendini murakabe eden Allah’ın huzurunda hisseder ve böylece bilgi, inanç ve eylem bütünlüğü içerisinde yapıp ettiklerinin farkında olur ve doğru tercihler yapmaya çalışır. Çünkü takva, insana furkan yani anlama, bilme, fark etme, iyiyi kötüden ayırt etme yetisi kazandırır. (Enfal, 29)

Kur’an’da, takva sahibi müminler “muttakî” olarak isimlendirilir ve bize öğretilen dualar arasında muttakîlerin önderliğini dilemek de yer alır. (Furkan, 74) Muhtelif ayetlerde muttakîlerin niteliklerine işaret edilmektedir. Bu ayetler incelendiğinde görülmektedir ki, bunların bir kısmı muttakîlerin imanından, bir kısmı ibadet hayatından söz etmekte ise de bunlardan çok daha fazla olarak muttakîlerin toplumsal ilişkilerine, ahlâk alanındaki tutum ve davranışlarına yer verilmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır;

(Takva sahipleri) iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar (Âl-i İmran, 114-115), insanlara iyilik yaparlar (Âl-i İmran, 134; Maide, 93), bolluk ve darlık zamanında infak ederler (Bakara, 3; Âl-i İmran, 134), mallarını seve seve akrabalarına, yetimlere, çaresizlere, yolda kalmışlara, yoksullara, özgürlüğüne kavuşma gayretinde olanlara harcarlar (Bakara, 177; Zariyat, 19), verdikleri sözü yerine getirirler (Bakara, 177), dürüsttürler, doğru söz söylerler (Tevbe, 7; Ahzab, 70), öfkelerini kontrol ederler, affedicidirler (Âl-i İmran, 134), her türlü olumsuz şartlar altında sabırlıdırlar (Bakara, 177), bir kötülük yaptıkları ya da kendilerine zulmettiklerinde günahlarının bağışlanmasını dilerler, kötülükte ısrar etmezler. (Âl-i İmran, 135)

Kur’an’ın beyanına göre, iman ile birlikte takva zırhına bürünmek, sadece birey için değil, toplum için de yerin ve göğün bolluk ve bereketinin açılmasına yol vermektedir. (A’raf, 96) Bu yüzden olsa gerektir ki, Kur’an’da takva ile ilgili emirler ağırlıklı olarak birlik ve beraberlik içerisinde yaşamaya, güvenli ve huzurlu bir toplumsal hayatın inşasına dairdir.

Kısaca ifade etmek gerekirse ahlâkî değerlerin zaafa uğradığı, ahlâkî yozlaşmanın toplumsal kontrol mekanizmalarıyla ve polisiye tedbirlerle kontrol edilemez bir biçimde hız kazandığı günümüzde, öncelikle insanların iç dünyalarında huzura ve iç disipline ihtiyaçları vardır. Burada en geniş yelpazede dinî inancın, daha özelde de bu inanç sisteminde merkezî değer olan “takva”nın doğru anlaşılması ve özümsenmesi gerekmektedir.

İslâm, her türlü yapay güç ve üstünlüğü kaldırarak, insanların hiçbir ayırım gözetmeksizin eşit olduğu esasını getirmiştir. Bu eşitliği lehte bozacak tek üstünlük ölçüsü “takva”dır. (Hucurat, 13) Çünkü takva, insanı kendine ve kendi dışındakilere saygı gösteren, başkalarının beden ve ruh sağlığını bozacak davranışlardan kaçınan, güvenilen ve güvenen, Yaratan’ından başlamak üzere ailesine, çevresine, arkadaşlarına, işyerine, yaşadığı topluma ve ülkesine karşı sorumluluklarını yerine getiren, duyarlı, nazik ve adil bir kişiliğe sahip kılan, çok güçlü bir iç disiplin ve motivasyon kaynağıdır. Bu anlamda takva, insanı devamlı Yaratıcısıyla bağlantılı kılan, vicdanı diri tutan aktif bir güçtür. Yapılan bütün iyi ve kötü işlerin değerlendirileceği inancı ve bunların “hesap günü” ne bağlanması da insanın amaç ve ideallerini, kısa dünya hayatının dar çerçevesinden çıkarıp ötelere taşıyan otokontrol merkezidir.


“‘Modern insan’, diğer meçhulleri ve hatta kendisinden çok uzak nice bilinmeyenleri keşfetmesine rağmen kendine hâlâ yabancıdır. Kendini keşfedemeyen bu insan, bilinmezleri keşfederken de ciddî bir “gaye” sorunu yaşamakta, özüne yabancılaşmaktadır. Günümüz insanı, ilkel insandan daha fazla kötülük yapma istidadına sahip değilse de, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için onunla kıyaslanmayacak kadar güçlü araçlara sahiptir.”