Makale

GELİŞİMSEL AÇIDAN AHLAKIN PSİKOLOJİK TEMELİ

GELİŞİMSEL AÇIDAN AHLAKIN PSİKOLOJİK TEMELİ
Prof. Dr. Asım YAPICI
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi

Ahlak gelişiminden bahsediyorsak bireyin bilişsel ve psikososyal gelişimi üstünde konuşuyoruz demektir. Bu nedenle “Ahlakın psikolojik bir temeli var mıdır?” sorusuna gelişim psikolojisi bağlamında cevap arayabiliriz.

Psikologlar zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimle ahlak gelişimini birbirini besleyen paralel gelişim alanları olarak kabul eder. Bunun anlamı şudur: Bir şeyin ahlaki olup olmadığına karar verebilmesi ve ahlaki davranabilmesi için kişinin öncelikle bilişsel, duyuşsal ve sosyal bakımdan olgunlaşması gerekir. Bilişsel farkındalık arttıkça, dış dünyadan gelen bilgi, malumat ve uyarıcılar vicdani muhasebe ile değerlendirildikçe, empatik ve esnek düşünebildikçe, öfke başta olmak üzere olumsuz duygular kontrol edildikçe, benmerkezcilik azalıp diğerkâmlık arttıkça; merhamet, sevgi ve affetme gibi olumlu erdemler geliştikçe ahlaki gelişim kemâle yöneliyor demektir.

Öncelikle gelişim dönemleri üzerinden vicdan gelişimi ve ahlaki yargıların ortaya çıkış sürecine odaklanalım. Malumdur ki 0-2 yaş aralığındaki bebekten ahlaki bir davranış beklenemez, zira bebeğin bilişsel ve duyuşsal yapısı henüz buna elverişli değildir. Bilişsel gelişim bebekte süreç içinde yavaş yavaş tezahür edecektir. Bebeğin dış dünyayı tanımasında merkezi organı ağzıdır. Nesneleri ağzına aldıkça onlar hakkında bir fikir edinir. Tamamen dışa bağımlı olan bebeğin ihtiyaçlarını, bakımını üstlenen yetişkinler (anne, baba, dadı vb.) karşılar. Bebek, ihtiyaçları karşılandığı, sevgi ve sıcaklık hissettiği oranda duygusal bakımdan kendisini güvende hisseder. Şayet ihtiyaçları zamanında karşılanmazsa, yeterince sevgi ve sıcaklık göremezse bağlanma objesine güvensizlik duyar. Güvensizlik ya kaygılı-çelişkili ya da kaçınan bağlanma stillerini harekete geçirir.

Bir buçuk yaşından itibaren egosu (benliği) gelişmeye başlayan çocuk ya özerkliğini kazanacak ya da kendi başına bir şey yapamayacağını düşünerek utanç duygusu yaşayacaktır. İki yaşından sonra, çocukta zihinsel gelişime koşut olarak dil gelişimi hızlanır. Bunun anlamı şudur: Dil geliştikçe çocuk kendi kültürünü, inançlarını, değerlerini, ahlaki yargılarını öğrenmeye başlar. Üstelik iyi bir gözlemci olan çocuk duyduklarını ve gördüklerini sünger gibi emer. Bu dönemde akıl yürütmeye başlar, ancak henüz doğru mantıksal çıkarımlar yapamaz.

Özellikle 3-4 yaşlarındaki çocuklarda ahlaki ve vicdani gelişimin temellerinin atıldığını görmekteyiz. Çocuk, yetişkinlerin koyduğu kuralları ihlal eden çeşitli söz ve davranışlar için ayıp ve kötü ifadelerini kullanırken aslında yetişkinlerden öğrendiğini taklit etmektedir. Hatta kimsenin görmediği yerde dönemin temel özelliği olan benmerkezciliğin etkisiyle konulan kurallara uymayabilir. Bununla birlikte şu hususu vurgulamak gerekir ki bu dönemde çocuk, ahlaki anlamda olumsuz kabul edilen pek çok söz ve davranışı modelden öğrenme yoluyla kazanır.

Aile ortamında gıybet ve dedikodu yapılırsa, kaba ve çirkin bir dil kullanılırsa, içki, kumar ve aldatma gibi hususlar normalmiş gibi konuşulursa çocuk için bunlar doğallaşmaya başlar. Tam tersine, ne olursa olsun yalan söylemeyen, komşular başta olmak üzere insanlar hakkında kötü söz sarf etmekten sakınan, ahlaki hijyene dikkat eden anne babalar, çocukları için olumlu modeldir. Anlaşılacağı üzere bu tür ailelerde bireyler arası ilişkiler ahlak ve erdem üstüne kuruludur, iletişim kanalları sağlıklı biçimde çalışmaktadır. Tüm bunlarla birlikte şunu söyleyebiliriz: Her ne kadar 3-6 yaş arasında vicdan gelişimi başlamış olsa da henüz gerçek anlamda ahlaki bir gelişimden bahsedemeyiz. Gerek okul öncesi gerekse ilkokul birinci sınıf öğrencilerinin, arkadaşlarının silgi ve kalemlerini habersizce alıp çantalarına koyması, onlarda henüz ahlaki anlamda hırsızlık kavramının gelişmemesinden kaynaklanır. Bu nedenle ebeveynler çocukların ellerinde, ceplerinde ve çantalarında kendileri tarafından alınmayan eşyalar görür ya da bulurlarsa bu konu hakkında çocuklarıyla güzel bir iletişim diliyle konuşmalıdır.

İlkokul yılları (6-11 yaş) bir yandan somut düşünme eğiliminin öte yandan ahlaki yargıların geliştiği bir zaman aralığına denk gelir. Bu dönemde ahlaki yargılar niyet, bağlam ve duruma göre değil gözlenen sonuçlara dayalıdır. Davranışların iyi ya da kötü, o davranışı yapanların suçlu ya da suçsuz biçiminde değerlendirilmesinde neden ve niçin sorularının bir karşılığı yoktur. “Kasten bir bardağı kıran mı daha suçludur, yoksa istemeyerek 10 bardağı kıran mı?” diye sorulduğunda, çocuk sonuçlardan hareketle 10 bardağı kıranı gösterir. Ahlaki yargılarını yetişkinlerden öğrenen çocuk, onların kriterleriyle gözlediği davranışları yargılar. Bu anlamda onların ahlaki değerleri hâlâ yetişkinlere bağımlıdır. Aç bir insanın ekmek çalmasıyla sürekli hırsızlık yapan arasındaki farkı anlayamaz.

Yaklaşık 11-13 yaş aralığı, çocukluktan ergenliğe geçiş sürecini temsil eder. Bunu gerçek benin doğumu olarak adlandırabiliriz. Ergenlikte soyut düşünebilme gelişmeye başlar. Fiziksel olarak kadınlaşma ve erkekleşmeyle birlikte cinselliğe ilgi artar. Aileden duygusal anlamda bağımsızlaşma, ancak akranlara bağlanma gerçekleşir. Ergen, dinî ve mistik konulara ilgi duyar. Dönemin en önemli özelliklerinden birisi de ergenin özerk bir ahlak anlayışı geliştirme çabasıdır. Yargılarken sadece davranışın sonucuna odaklanmaz, niyet ve bağlamı da dikkate alır. Kasıt ile kazayı, bilerek ve isteyerek yapılanla mücbir nedenlerle gerçekleştirilen eylemleri ayırır.

Ahlak gelişimi sadece yaşa ve zihnî olgunlaşmaya bağlı değildir. Bununla birlikte kişinin aile ortamı, ebeveyn tutumları, cinsiyeti, sosyoekonomik statüsü, tahsili, sosyal çevresi, din eğitimi, kişilik yapısı ve psikososyal uyum düzeyi, bireyin ahlaki tutum ve davranışlarının farklı bir yapı ve biçim kazanmasına neden olabilir.

Yetişkin bir insanın ahlaki yargıları, dolayısıyla ahlaki duyarlılığı nasıldır? Bu soruya Kohlberg’den mülhem cevap arayabiliriz.

Heinz adında bir adam düşünün. Hanımı ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Bir eczacı bu hastalık için bir ilaç üretmiş, ancak ilacın fiyatı oldukça yüksek. Heinz’ın bunu satın alacak maddi gücü yok. Eşinin yaşamı için bu ilacı çalmalı mı, neden? Çalmamalı mı, neden?

Kohlberg, bu ikilemden hareketle insanları üç dönem altı evre üzerinden sınıflamaktadır. Kısaca açıklayalım:

1- Gelenek öncesi dönem çocuk ahlakı olarak tanımlanabilir. Bu dönemin ilk evresi itaat ve ceza eğilimidir. Otorite ya da kuralları koyan gördüğü müddetçe kurallara uyulur, aksi hâlde kurallar ihlal edilir. Örneğin trafik polisi ya da mobese kamerası varken kırmızı ışıkta bekleyen kişi, bunlar yoksa trafik kurallarına uymaz, tıpkı çocukların yetişkinlerin yanında kurallara uyarken yetişkinler ortamda bulunmadığı zaman kural tanımaz bir şekilde davranması gibi. Örnek olayda Heinz, “Polise yakalanmadan ben ilacı çalarım.” diyorsa itaat ve ceza eğilimi gösteriyor demektir. Dönemin ikinci evresi saf çıkarcılıktır. Bu aşamada kişi sadece kendi menfaatini düşünür. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemez. İyilikler asla karşılıksız değildir. Esasen bu da çocuk ahlakıdır. Yetişkinlerde gözlenen bencil davranışlar onların ahlaki anlamda yeterince gelişmediği şeklinde değerlendirilebilir. Heinz, “Ben eşim için ilacı çalarım, aynı şeyi o da benim için yapacaktır.” derse çıkarlarını düşünüyor demektir.

2- Geleneksel dönemdeki birey toplumsal kuralları içselleştirir. Onun asıl amacı hem toplumla uyumlu yaşamak hem de toplumu yaşatmaktır. Burada karşımıza üçüncü evre olarak iyi çocuk eğilimi çıkmaktadır. Sosyal çevreye terbiyeli, ahlaklı, yardımsever ve iyi insan mesajı vermek önemlidir. Bu tür insanların kişisel arzu ve beklentileri toplumsal taleplerin gerisindedir. Hayır, diyebilme yetenekleri pek az gelişmiştir. Sürekli kendilerinden fedakârlık ederler. Heinz, şayet ilacı çalarsa eşi için her türlü riski göze alan iyi bir koca olarak değerlendirilecektir. Dördüncü evre kanun ve düzen arayışıdır. Burada “Emir demiri keser.”, “Şeriatın kestiği parmak acımaz.” anlayışı yaygındır. İster yazılı ister sözlü olsun toplumsal kurallar mutlaka uygulanmalıdır. “Eski köye yeni âdet getirme.” şeklindeki eleştiriler, kanun ve düzen eğilimini yansıtır. Kurallarda en ufak esneklik sistemin bozulmasına neden olur endişesi kişinin duygu ve düşünceleri başta olmak üzere tüm benliğini kaplamıştır. Heinz, ölse bile eşi için ilacı çalamaz. Zira hırsızlık kötüdür, bir defa kurallar ihlal edilirse istenmeyen durumlar oraya çıkabilir. Ne yayıp edip kurallara uygun yaşamak gerekir.

3- Gelenek sonrası dönemde hâkim olan unsur kanunlar değil adalet ve vicdandır. Burada beşinci evre olarak sosyal sözleşme aşamasını görmekteyiz. Bu aşamada “Yazılı ya da sözlü tüm kurallar şayet toplumun ihtiyaçlarını karşılamıyorsa değiştirilebilir.” anlayışı merkezdedir. Altıncı evre ise evrensel ahlak anlayışını temsil eder. Burada asıl olan insandır. Dolayısıyla insanın yaşam haklarını ihlal eden kurallara uymak gerekmez. Bu aşamaya ulaşmak kolay değildir. Üst düzey insani duyuş ve düşünüş gerektiren evrensel ahlaka başta peygamberler olmak üzere Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram gibi mutasavvıflar örnek olarak verilebilir.

Burada bir başka problemle karşılaşmaktayız. İnsanın ahlaki söylemleriyle ahlaki tutum ve davranışları arasında farklılık olur mu? Olursa bunun nedenleri nelerdir?

Normal koşullarda sağlıklı ve şahsiyetli bir insanın sözleriyle eylemleri arasında bütünlük olması beklenir. Sağlıklı bir kişilik yapısı ve öz güvene sahip olan bu tür insanlar ahlaki değerleri içselleştirmiş, benliklerinin bir parçası hâline getirmiştir.

“Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saff, 61/2.) ayetinde ifade edildiği üzere zaman zaman insanın kalbi ile davranışları arasında uyumsuzluk tezahür edebilir. Geleneksel dilde riyakârlık ve ikiyüzlülük olarak adlandırılan bu durum psikolojide “karşıt tepki oluşturma” mekanizmasıyla ifade edilir. Bunun tam anlamı, içi başka dışı başka olmak demektir. İzzetbegoviç’in “Ahlak, bir söylem değil eylem ve temsildir.” görüşünü bu bağlamda anabiliriz. Dışta ahlak abidesi olmak ancak içte ahlaki değerlerin önemsizleştiği bu tür kişilerin durumu itaat ceza ve saf çıkarcılıktan oluşan gelenek öncesi evreye denk gelir. Çünkü bu evrede kişiyi güdüleyen asıl faktör acıdan kaçınmak ve hazza ulaşmaktır. Ahlaki söylem kişiye bir yandan toplumsal saygınlık ve statü sağlarken bir yandan da ayıplanma ve kınanma korkusunu azaltır. Ancak kınanmanın olmadığı bir ortamda ahlak dışı davranışlar sökün eder. Bazı insanlar ahlaki olmayan davranışlarını ya inkâr ederek ya mantığa bürünerek ya da suçu başkasına yükleyerek yani yansıtarak izaha çalışabilir. Böylece yaşayacağı psikososyal baskılardan kurtulmayı arzular.

Bir şeyin yanlış ve kötü olduğunu bilmek, o yanlışı ve kötüyü yapmaya mâni midir? Bu soruya vereceğimiz cevap bilgi ile eylem arasında doğrudan bir ilişki olmadığıdır. Burada önemli olan neyi bildiğimiz değil bildiğimize nasıl bir anlam ve değer yüklediğimizdir. Benlik, bilgiye katılmakta mıdır? Şayet katılıyorsa birey kötüden uzaklaşma, iyiye yaklaşma eğilimindedir. Katılmıyorsa kötü ve iyi yargılarına bilişsel olarak iştirak etmiyor demektir. Bunun anlamı şudur: İçinde yaşadığı sosyokültürel yapının etkisiyle bireyde ahlaki davranış şemaları oluşur. Şemalara uygun düşen her türlü uyarıcı ve malumat özümlenir. Ancak farklı nedenlerle özümleme gerçekleşmezse uyumsama süreciyle yeni şemalar açılır. Son tahlilde değişen ve sabit kalan şemalar davranışları etkiler.

Sadece bilişsel yapı değil bireyin duygusal durumu da davranışların ahlakiliğini belirleyicidir. Katı otoriter ve cezalandırıcı aile ortamında büyüyenler cezadan kaçınmak için sıklıkla yalan söylemeyi tercih edebilir. Mutsuz çocukluk yaşayanlar hayallerinde kurdukları mutlu bir dünyanın avuntusuyla bir yandan örselenerek yıpranan benliklerini korumaya çalışırken diğer yandan gerçeklikten uzaklaşabilir. Yoksunluk hissi haset duygusunu harekete geçirebilir. Öfkeli kişiler ebeveynleri ve aile bireyleri başta olmak üzere muhataplarını derinden yaralayabilir. Kişiliğin sağlıklı gelişmemesi affedememek, kin tutmak, başkalarının kötülüğünü istemek gibi olumsuz duyguları tahrik edebilir. Buna karşılık çocuğa tatlı bir disiplin uygulanırsa, dahası onunla, ötekileştirmeyen ve suçlamayan bir dille iletişim kurulursa karakter gelişimi sağlıklı bir yapı kazanabilir.

Buraya kadar bahsedilen hususlarda ahlakın psikolojik temelleri, birey ve sosyal çevre üzerinden (mikro düzey) ele alınmıştır. Ancak bireyi ve sosyal çevresini biçimlendiren devrin ruhunu (makro düzey) dikkate almazsak analizimiz eksik kalacaktır. İsmet Özel’in “Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda ölüm” dizesinden mülhem postmodern küreselleşmeyle birlikte her şeyin değiştiği dünyada arzuların, korkuların, beklentilerin, din algısının, ahlak telakkisinin her geçen gün farklılaşmaya yüz tuttuğunu söylemek durumundayız. Son tahlilde geleneksel ve modern insandan gittikçe uzaklaşan yeni bir insan modeliyle karşı karşıyayız. Yeni insanın beden algısı emanetten mülke dönüşmüştür. “Beden benim bedenim istediğim gibi kullanırım” düşüncesi yaygınlaşmıştır. Özgürlük “istemediğim şeyi yapmam, beni buna zorlayamazsınız” tutumundan “istediğimi yaparım, kimse karışamaz” anlayışına evrilmiştir. Huzur arayışının yerini mutluluk, ruhsal doyumun yerini cinsel doyum, kamil insan olmanın yerini deneyim, heyecan, statü ve prestij gibi haz verici şeylere sahip olmak almıştır. Hakikati ne Allah ne de bilim temsil etmektedir artık, hakikat kişinin kendisinde ve arzularında gizlidir. Aslın yerine imitasyon, gerçeğin yerine sanallık, sosyalliğin yerine yalnızlık ve bencillik geçmiştir. Böyle bir dünyada insanın hem anlam arayışı hem de hayattan beklentileri köklü bir değişime uğramıştır. Bu süreçte bireysel ve toplumsal anlamda ahlak anlayışının değişmeye başladığını görmekteyiz. Bunu yeni insanın yeni ahlak anlayışı şeklinde değerlendirebiliriz. Dolayısıyla genel anlamda ahlakın bireysel psikolojik gelişimini devrin ruhuyla harmanlarsak yeni insanın ahlak anlayışının geleneksel insandan gittikçe neden farklılaştığını daha rahat anlayabiliriz.