Makale

ŞEHİR ve ORTA

ŞEHİR ve ORTA

Lütfi Bergen

"İslam şehri”ni “Batı kenti”nden tefrik ederek düşünmek, toplumların “adalet-orta” ile nasıl yerleşeceğini problemleştirmek anlamına da gelir. “Adalet-orta”, Nikhomakhos’a Etik’in merkezî kavramı olarak bilinmektedir. Aristotales, “Biri aşırılık öteki eksiklik olan iki kötülüğün ortası”nı, erdemlilik saymaktaydı. Bu nedenle “Erdemli olmak, her şeyde ortayı bulmak güç iştir. Sözgelişi bir dairenin ortasını bulmak herkesin değil, bilenin işidir; aynı şekilde öfkelenmek, para vermek ve harcamak herkesin yapabileceği kolay bir şeydir ama bunların kime ne kadar ne zaman, niçin, nasıl yapılacağı ne herkesin bilebileceği bir şey ne de kolaydır.” (Aristotales, Nikhomakhos’a Etik, Bilgesu Yayınları, 2009, s. 42.) demekteydi. Dikkat edilirse Aristotales alıntı yaptığım bu cümlelerinde 4N-1K sorularının cevabını “orta”ya bağlamıştır.

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Yesrib’e hicretiyle ortaya çıkan “sünnet”in, yerleşmenin nasıl sağlanacağı hususunu vahyin coğrafyasında yaşayan toplumlar için “kaygı”ya dönüştürdüğünü görmekteyiz. Yesrib’den Medine’ye evrilen şehir, “erdemli toplum”un mekâna yerleşme düzenini varoluşu açısından esas sayıyordu. Nitekim “İman ettiği hâlde henüz hicret etmemiş olanlar (var ya), hicret edinceye kadar onlar üzerinde herhangi bir velayet hakkınız yoktur.” (Enfal, 8/72.) ayeti “erdemin bireyselliği” düşüncesini iptal etmekte ve erdemlileri “şehre hicret etmeye” çağırmaktaydı.

İmam Matüridi, bu ayetin tefsirinde “Onlar hicretin farz olduğunu düşünüyorlardı.” (Mâtürîdî, 2017: 296.) demektedir. İmam Matüridi, hicret edenlerin Allah ve Rasulü’ne hicret etmekle “destek vermek, haklar ve borç meselelerinde yardımlaşmayı eksiksiz yerine getirmek” anlamında “birbirlerine yâr ve yakın” olduklarını ifade eder. Ardından iki hususa dikkat çeker. Birincisi: Bu ayette geçen “velayet” kavramı, “yönetim ve hâkimiyette yardım, destek ve yakınlık ile din konusunda yakınlıktır.”; İkincisi: Bu ayet Mutezile’nin görüşünü reddeder. Çünkü Allah, hicret etmeyenler için iman niteliğini devam ettirmiştir. Hicret etmeyenlerin dinî yakınlık hakkı vardır; din vasıtasıyla destek olma, yardımlaşma, haklar ve menfaatlerde yakınlık hakları yoktur.” (Mâtürîdî Ebu Mansûr, Te’vîlâtü’l Kur’an, Ensar Yayınları, c: 6, 2017 s. 297.)

Anlaşılacağı üzere Allah ve Rasulü’ne yakınlığın mekânsal ve toplumsal anlamda da “kurb” olabilmesi, bir şehir inşasını icbari kılmaktadır. Farabi de “medine” kavramını böyle düşündü ve “şehir” konusunu binalar, yollar, konaklar, hanlar, hamamlar ile şekillenmiş mekân düzenlemesi olarak ele almadı. Dolayısıyla önce “fazıl toplum”un ortaya çıkması ve “orta-adalet”in tesis edilmesi gerekliydi. Nitekim Farabi’de şehir, kalbe yakınlık (kurbiyet) duyan cihazların (organların) bedenleşmesi, insan vücudunu oluşturması gibi örneklendirilmiştir. Farabi’de “insan”, yeryüzüne fırlatılmış bir varlık değildi. O, kalpten fışkıran bir cesetti. “Kalp Allah’ın evidir.” beyanı kalbin etrafında toplanan kadavraya “hayat” vermekteydi. Nitekim “Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16.) ayeti de kalbi, Allah’a miracı sağlayan bir organ olarak anlamak konusunda bize ilhamlar vermektedir.

Modern toplumda insanlar mekânda bir şekilde yer tuttukları için “sünnetteki yerleşme kaygı”sını anlamlandırmakta zorlanmaktadır. Modern kentsel mekân formlarında yaşamayı daha da derinleştirme ve genişletme çabasıyla hareket eden Müslüman kitlelerin “erdemli toplum” inşa etme kaygısını giderek terk ettiği söylenebilecektir. Dolayısıyla hâlen yaşadığımız kentsel mekân formlarının insanları belirlediği hususu çok az kişi tarafından algılanabilmektedir. Saadettin Ökten modern yerleşme düzeninin “Medine-fazıl toplum” oluşumuna karşıt bir zihniyetle Batı dışı toplumlara kabul ettirildiğini ima ederken haklıdır: “Her planlama, hayat ve insan üzerinde bir tahakkümdür. Her inşa edilen biçimin insan üzerinde bir etkisi vardır. Belli bir geometride, belli bir mekânsal düzende yaşamak, o mekânsal düzenin kendi hiyerarşisini, kendi nizamını birey ve toplumların hayatına yansıtması anlamına gelir. Mekân düzenlemesi ve planlama, bir istikbal öngörüsü içerir. Kentsel planlama, toplumun o çağdaki insanları üzerinde biçimleme aracıdır. Mekânın kurgusu, beşerî hayata hâkim olur. ‘Apartmanda yaşıyoruz, komşuluk bitti.’ ifadesi bilinçten yoksundur. Çünkü apartman özellikle ‘komşuluk bitsin’ diye yapılmış bir mekân-yerleşme düzenidir. Apartmanı Müslüman bir toplum üretmemiştir. Apartman, bireyler oluşsun, bunlar güçsüz, savunmasız, dayanışmasız, dayanaksız kalsın diye kapitalizm tarafından geliştirilen bir yapılanmanın ürünüdür.” (Saadettin Ökten, İçimde AVM Var, Tutikitap Yayınları, 2015, s. 95-97.)

Kuş evleri yapan, sebiller bırakan, kışın aç kalan kurtlardan mesul idareci örnekleri koyan, garibanla, tabiatla, canlılarla barışık bir şehir tasavvuru inşa eden önceki yerleşme düzenimizi kaybettiğimiz için Saadettin Ökten’in yukarıda mealen naklettiğim görüşlerinin hakikati ifade ettiği söylenebilecektir.

Modern kentsel mekân, buna bağlanan yerleşme düzeni ve ulaşım sistemi iki “ölü madde”nin üstünde hayat sürdürmemizi planlamaktadır: Beton, petrol (zift-plastik). Doğası gereği içinde canlı barınmayan bu iki maddenin mekân-toplum düzenlemesinde merkeze çekilmesi birbirlerine veli kılınan şahsiyetlerin birbirinden kopmasına, “salih toplum” hâlinde ortaya çıkan şehrin dağılmasına sebebiyet vermektedir. Nasıl?

Yukarıda (Kaf, 50/16.) ayetinde geçen “hablil verîd” için “boyna dolanmış bağ, cesede bağlanan ruh kordonu” gibi anlamlar verilmiştir. TDV İslam Ansiklopedisi’nde “habl” kelimesinin mecazi olarak “ahit, zimmet, eman” anlamlarında kullanıldığı da ifade edilir. (M. Zeki Duman, Hablullah, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 14, 1994 s. 380.)

Âl-i İmran suresinin 103. ayetinde geçen “hablullah” kavramıyla Kaf suresinin 16. ayetinde geçen “hablil verîd” kavramı hicretle inşa edilen “şehir ve fazıl toplum”u imleyen Enfal suresinin 72. ayetine tatbik edilebilecektir. Bu şekliyle birbiriyle ahitleşmiş topluluklar “akraba” gibi olmakta, mekânda yaşayan canlılar zimmet altına alınmaktadır. “Şehir-toplum”, insanların yardımlaşma, haklar-borçlar konusunda birbirine yâr ve yakın (kurb) olma erdeminin neticesinde varlığa çıkmaktadır. Dolayısıyla şehirde her varlık “orta” durumunda yaşamaktadır. İnsanlar zamanı güneşin ve ayın hareketlerine göre tayin etmekte, ışığı güneşten almaktadır. Göçmen kuşlar devrevi vakti kollamaktadır. Ağaçlar yağmuru, kışı çekmekte; güz ve zemheri soğuğun tesiri, ağacın ateşiyle savuşturulmakta, ateşin külü toprağa verilerek çamurdan veya buzdan gelen tesire karşı da önlem alınabilmektedir. Meşakkatler dermanını da yüklenerek tabiatı (cemâd/nebât/hayvanât) şehre çağırmakta, insanın emanet vasfının tezahürüne hizmet etmektedir.

Modern kent, topraktaki canlılığı ziftlemekte veya dokusunu bozarak betonlaştırmaktadır. Ölü olan bu iki madde de şahsiyetleri bireyleştirerek ya şehirden koparmakta (otomobil) ya da bir hücreye koymaktadır (konut). Orta, kaybedilmiştir.