Makale

OBLOMOV’UN HIRKASINI GİYMEK

OBLOMOV’UN HIRKASINI GİYMEK

Selma Maşlak

“Gösterdiğim gayretle taş bile canlanırdı!” diyor Olga, yaşamayı bir yük gibi sırtında taşıyan Oblomov’a. Peki kimdir Oblomov? İvan Gonçorov’un 1859 yılında yayımladığı aynı adlı romanının başkahramanı, bir derebeyinin oğlu… Yapılması gerekli işleri bir sonraki güne, ardından sonraki haftaya, aya ve hatta ilerleyen yıllara erteleyen, etrafında oluşturduğu konfor alanının bir milim ötesine çıkamayan, hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceği planlar yapan, bütün sorumluluklardan kaçmak ister gibi uykuya gömülen ve tüm bu kayıtsızlığına rağmen yine de her defasında “Ne zaman yaşayacağım ben?” sorusunu sormaktan geri durmayan bir Rus soylusu.

Oblomov sadece bir kurgu karakteri değil, yaşadığı dönemde toplumsal izdüşümleri olan bir kişiliktir. Yazarın Rus aristokrasisine eleştirisinin mücessemleşmiş hâlidir. Eminim herkes etrafında, Oblomov’a benzeyen, görünmez sınırlarla yaşayan pek çok insanla karşılaşmıştır. Ya da hepimiz zaman zaman Oblomovlaşmışızdır. Okula gitmek istemeyen, ödevlerini yapmayan ya da sürekli erteleyen öğrenciler, sabahları uykudan ayrılmakta zorlanan, bir imkân bulsa hiç işe gitmeyecek çalışanlar, umut ve enerji belirtisi göstermeyen Gonçarov’un ifadesiyle “pelte gibi yaşayanlar”… Tembellik veya miskinlik adını verdiğimiz ve kötülediğimiz bu davranış örneklerini çoğaltmak mümkün. Peki, tembellik insandan insana değişen kişilik yapılarıyla mı ilgilidir yoksa insanı tembelliğe sürükleyen bazı nedenler mi vardır? Başka bir ifadeyle tembel doğulur mu tembel olunur mu?

Newton’un hareket kanununa göre “Düzgün bir hareket hâlinde olan her nesne, üzerinde bir dış kuvvet etki etmediği sürece bu hareket hâlinde kalacaktır.” Yani cismin hareket durumu neyse cisim onu korur. Hareketsiz nesneler hareketsiz kalmaya meyillidir. Oblomov’un hayatı Newton’un “atalet” tanımına verilen bir örnek gibidir. Onun hayattaki en büyük mücadelesi hareketsiz kalabilmek, durağan, sakin, birbirinin aynısı günlerini korumaktır. Bu durağanlığı bozan kısa süreli bazı canlılıklar yaşadığında telaşa kapılır ve kendini kaplumbağa gibi kabuğuna çekerek hareketsizliğine sığınır. Gonçarav böylesi duruma “Oblomovluk” adını verir ve Oblomov’u bu felsefenin hem esiri hem de eseri yapar.

Bir yer hayal edin. Kıvrım kıvrım uzanan duru ırmakların, baba ocağının damı gibi yeryüzünü bütün şefkatiyle saran göğün, uçsuz bucaksız fundalıklarla yeşillenen ovaların, insanın aczini yüzüne vurmadan yükselen küçük tepelerin, uçurumlardan, hırçın denizlerden, kasvetten uzak pırıl pırıl gülümseyen neşeli görüntülerin serpiştirildiği bir yer. Orada hiçbir şey yılın düzenli akışını bozmuyor. Ne yağmurlar taşkınlık yapıyor ne güneş yakıp kavuruyor ne de kış umulmadık havalarda insanı
şaşırtıyor. Tabiattaki bu durağanlık ve rahatlık insanların da hayatını sarıyor. Orada yarın bugüne, öbür gün yarına benzemezse derde düşen, iyi mi kötü mü yaşadıklarını zengin mi fakir mi olduklarını bilmeyen, esneyerek, uyuklayarak, köy şarkılarıyla katıla katıla gülerek, nesiller boyu anlatılan masalları dinleyerek mutlu mesut yaşayan insanlar var. Herhangi bir tutku ya da girişimleri yok. Yıllardır nasıl yaşanılıyorsa onlar da öyle yaşıyor. “Her şey saçlar ağarıncaya kadar uzayan bir ömür ve uykuya benzeyen sakin bir ölüm vaat ediyor.”
(İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 121.) İşte burası Oblomov’un çocukluğunun Oblomovka’sıdır. Oblomov’un hareketsizliğinin, tembelliğinin çıkış noktası, hayatının olağan akışını bozan bir durumla karşılaştığında kaçarak sığındığı destansı rüyası!

Burada Oblomov’un çoraplarını, ayakkabılarını hizmetçiler giydirir; saçlarını onlar tarar. İçindeki öğrenme merakı başına bir şey gelir endişesiyle sürekli engellenir. “Kış bahçesinde büyütülen sıcak bir ülke çiçeği” gibidir; harcanmak isteyen güçleri yetenekleri harcanamayınca yavaş yavaş körelir ve o da zamanla anne babası gibi çabasızlık geleneğinin mirasçısı olur. Buradan hareketle, başta sorduğumuz soruya dönersek Oblomov ve “Oblomovluk”un içine düşenler için tembelliğin çocukluk döneminde öğrenilebilen bir durum olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte “Oblomovluk” sıradan bir tembellik değildir. Gonçarov 1850’de kaleme aldığı kahramanının adını taşıyan Oblomov’la aslında, mutluluğu çalışmamakta, işsizlikte gören, toplumun gelişmesinde hiçbir rol üstlenmeyen derebeylerini eleştirir. Eski Rusya’nın mirası bu derebeyler, çocuklarını da kendileri gibi yetiştirir; yaşam becerisi kazandırılmayan yeni derebeyler endüstriyle birlikte değişen, Batılılaşan Rusya’ya ayak uydurmakta zorlanır. Kişisel işlerini bile kendisinden de tembel hizmetçisi yapan Oblomov gibi.

Gonçarav, eski Rusya’yı “Oblomov’un hırkası”nın kıvrımlarında gösterir bize. Hırka, Batılaşamamış Rusya’yı temsil etmektedir bir anlamda. Oblomov yeni Rusya’ya alışmakta müthiş bir direnç göstererek hırkasını omuzlarına almaktan vazgeçmez. Bir ara hırkasını kenara koyup yeteneklerini kurcalayacak, yeni atılımlar peşine düşecek olur ancak çocukluğunda çizilen sınırların, “Oblomovka”nın görünmeyen çitlerinin ötesine geçemez. Gonçarov, hırkayı tasvir ederken aslında bir yandan da Rusya’yı tasvir eder. Oblomov’un hırkası üzerinden özünde sağlam, canlı fakat modası geçmiş bir Rusya resmi çizer Gonçarov. Bu manada Oblomov’un üzerinden çıkarmadığı, hırkası için “yeni”ye karşı kuşanılmış bir savunma mekanizmasıdır diyebiliriz. Oblomov’un hırkasını okurken Oğuz Atay’ın “eski” ile “yeni”
arasında gelgitler yapan
insanımız için söylediği “Biz geri kalmış bir millet değiliz. Fakir düşmüş bir soyluya benzetilebiliriz ancak.” cümlesini düşünmekten geri duramıyor insan.

Gonçarov’un “Oblomovluk”u kavramlaştırdığı gibi Oğuz Atay da Tutunamayanlar’da “Selimlik”i kavramlaştırır. Selim, Tanzimat’tan sonraki kültür krizini, Oblomov da toprak köleliğinin dolayısıyla derebeyliğin tarihe karışmak üzere zayıfladığı dönemin krizini temsil eder. İkisi de arada kalmış, çevresindeki insanların yaşadığı türden yapmacık bir yaşama girmeyi reddeden karakterlerdir. Zira ikisi de dürüst ve sadıktır. Yapmacıklık onları sarsar, adımlarını zamanın ritmine uydurmakta zorlanırlar. Çocuk ruhlarıyla, samimi düşünceleriyle olup bitenlere bir anlam vermeye çalışırlar fakat erken yaşlarında pamuklar içinde büyütülmüş, çıkardan, paradan, işten, hızdan uzak bu naif karakterler, değişimin sancısını herkesten daha çok hissederler. Selim, “Kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım ben.” der. Oblomov’sa arzularıyla birlikte batan güneşin ardından ne zaman yaşayacağını sorar durur. Pek çok şeye heveslenirler ancak anlamsızlığına kanaat getirip heveslerini çabucak söndürürler. Örneğin Oblomov, okumaya heveslenir ancak hayatla bilgi arasındaki koca uçurumu gördüğünde bu uçurumu kapamaya çalışmak bile istemez. Ona göre kafasındaki hayat ayrı şey, bilgi ayrı şeydir. Selim’in “Kitap okumakla manavın beni
aldatmasına engel olamıyorum.” demesi gibi bir şeydir Oblomov’un düşündüğü de.

Selim’in Oblomov’la benzer pek çok yönü var peki Selim’e tembel diyebilir miyiz? Selim’i sosyal hayattan, çalıştığı işten sıkılmış yalnızlığa sığınmış, yavaşlamış görüyoruz ancak Selim’in yavaşlamasına tembellik denemez. Hele de Selim Oblomov’un karikatürist tembelliğinin yanından bile geçemez. Selim olsa olsa “aylak”tır. Fakat onun aylaklığı tembellikle eş değer değildir. O, aylaklığa can sıkıcı işleri bir kenara bırakmak, sevdiği şeyleri yapmak, düşünmeye, anlamaya odaklanmak için başvurur. Onun can sıkıntısı, aylaklıktan değil sevmediği bir işi yapmaktan, bir türlü uyum sağlayamadığı toplumda tutunamamaktan kaynaklanır. Bu bağlamda Oblamov da Selim de bir kaçış hâlindedirler. Arada bir farkla; Oblamov tembelliğe sığınır, Selim tefekküre. Selim’de yeniden başlamak için biraz yavaşlayan insanların ruh hâli egemendir.

Oblomovluğun nedenlerini sorgularken Oblomov’un sınırlarını, toplumsal kırılmalarını şöyle kenara koyarak düşünelim. Bir hırka giyerek yavaştan almaya ihtiyacımız yok mu? “Oblomovka” gibi bir yer size de bazen cazip gelmiyor mu? Oblomov gibi hareketsizlikten kırk yaşında hayata veda etmek istemeyiz elbet ama bazen içimizden bir ses asıl boş kalmaktan ürkenlerin, hiç durmadan çalışan, durup düşünmeye pek de fırsatı olmayan kimselerin olduğunu fısıldıyor.

Şimdilerde ardı ardına sıralanan işlerimiz var, içinden çıkamadığımız çapraşık dolaşık meselelerimiz. Planlanmış, en ufak boşluk bırakılmamış zamanlar yaşıyoruz. Bunun üzerine bir de modern dünyada boş zamanlarımızda bile yapacaklarımızın reklamlarla önceden ayarlandığını ekleyelim. İnsan bazen de kendini iki defa saracak kadar geniş bir hırka giyip hırkanın genişliğiyle genişlemek, elinde çayıyla “sonra bakarız” diyerek evinin tadını çıkarmak istiyor. Bazen de sakince dolaşmak, doğaya bakmak, kendi içine dönmek, hiçbir yere yetişmemek sadece yolda olmak, biraz da yolun tadını çıkarmak… Düşünmek, anlamak ve en önemlisi yeniden başlamak için birazcık yavaşlamak…