Makale

Bir Müjde Güvercini: Ayasofya

Bir Müjde Güvercini: Ayasofya

Ümmügülsüm Lafcı
“Talihimizin dönüşünü haykıracak bir ilan mı olacak
minarelerinden yükselecek ezanlar?
Bağımsızlığın gerçek sesi ezanlar.”

Ahmet Sezai Karakoç

Dedemin canından bakışlarına sızan içindeki o hasrete tanık olduğumda belki de ortak olduğumda on iki on üç yaşlarındaydım. Bir öğlen vakti birlikte mitinge gitmiştik. Sonradan daha kalabalıklarını görsem de o gün beni hayrete düşüren bir kalabalığın içine girmiştik. Sıkı sıkı tutmuştum dedemin ceketinden. İçimde, çocuk merakıma büyük gelen bir heyecan vardı. Meydanda bakmadığım köşe bırakmıyor, bir gizi arıyor gibi oradan oraya dönüyordum. Yüzlerde, bana kendimi tam hissettiren bir ifade vardı. İnsanın içine huzurlu bir şehir gibi dolan başka bir kalabalık hatırlamıyorum ben. Dedem, yaşlı bir ağacın gölgelendirdiği kaldırıma oturmuştu, ben de yanında ayakta bekliyordum. Gözümün alabildiği herkesi, giydiklerinden duruşlarına kadar uzun uzun izliyordum. Sonra bir an, gözümü kalabalıktan dedeme çevirdim. Bu kalabalığı emziren düş, bir ilham gibi kucağıma düştü. Dedemin ara ara elini götürüp sildiği yaşları; benim toprağıma düşüyor, sadece dudaklarını kıpırdatarak ettiği dualar, güneşten esen bir rüzgâr gibi göğsüme doluyordu. Gözlerinden vadilerime, umuda hudut çizilmediğini gürleyen coşkun nehirler akıyordu. Ağlamaklı olmuştum. Ayasofya, gözüme, dedemle birbirlerine ancak karşıdan bakabildikleri sınır ötesinde kalan oğulmuş gibi görünmüştü. Dedemin çökük omuzlarına bakıp bu yaşlı adam bu ayrılığa nasıl dayansın demiş, yaşımı durgunlaştıran bir üzüntü duymuştum. İşte günden güne gövdemde büyüyen o hasret, ilk o gün ilişti yakama. Bu düşü ilk o gün gördüm, dedemin semaya kaldırdığı avuçlarında. Ben, bu düşü tam otuz iki yıl gördüm. Otuz iki yıl…

Yazar, otuz iki yıl yazıp iç geçirdiği için utanmıştı. Dedesi bu düşü bir ömür görmüştü. Bir ömür anlatmıştı ona çocukken orada kıldığı namazları. Bir ömür dua etmişti orada bir kez daha secde edebilmek için. Bir ömür dost meclislerinde yâd etmişlerdi Fatih’i. Bir ömür hayırlı bir haber beklemişlerdi. Ah bir ömür, binlerce ömür…

Dedemin namazların peşine oturup ettiği uzun duaları vardı. Hep aynı dua dilinde, çocukluğumu bu duaya âmin derken hatırlıyorum. Ne zaman babasının yanında olduğu bir hatırasını anlatacak olsa vakitlerin biri mutlaka orada niyet olurdu. Hep aynı meydana çıkardı yolu. Onun bahçesinde bir gölgede soluklanır, iki rekât namaz ile selamlayıp öyle kalkardı. Ben de yüzünün çizgilerine aydınlığı ile çekilmiş kelimeleri toplardım yol boyu.

Göğsüme yağmurlar yağdıran sevincin sebebi budur işte. Bugün bu haberi bir cambaz çevikliğiyle uçan kuşa verme hevesim bundandır. Bundandır şükür namazlarım. Duyuyorsunuz ya beni! Ben bu müjdeyi bekleyerek büyüdüm. Önce bir oğul hasreti gibi düştü içime, sonra anaya benzedi, sonra toprağa, sonra hürriyete…

Şairin “Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya” dizesini ne zaman okusam Ayasofya geldi aklıma. Omuzlarım dik geçemedim hiç önünden
hayâ ettim, öyle kırgındı bana. Ne ağır bir imtihan vardı başında. Ama Rabbim isterse dedim hep Rabbim isterse dedik hep…

Peki, niçin yaşıyorduk bu ayrılığı, bu gamı?

Yazarın yüzündeki ifade, bir anda dağılmış sözcükleri ciddileşmişti. Bir çocuğa okur gibi yazdığı her hecenin altını mırıldanarak çiziyordu.

Ayasofya, temellerinin atıldığı yüzyılda mabet olarak inşa edilmiştir. Asırlar boyu yine bu amaca hizmet etmiş, yaşadığı pek çok değişim ve hadiselere rağmen bu kutsal kimliğini korumuştur. Bu duruma karşın, sözlük anlamı, “kazılarda bulunan yapıtların, sanata ve bilime ilişkin nesnelerin, bir arada ya da ayrı ayrı sergilendiği, saklandığı, korunduğu yapı” olan müze kelimesinin Ayasofya’ya bir kimlik olarak sunulması, tarihinin üzerine çökmüş bir karaltıdır. Nisyandır, üzerinde hayatın olduğu bir toprağı susuz bırakmaktır. Kürsüde duran bir hocanın gözlerini kulaklarını dilini mühürlemektir. Müslüman’ın kalbine, Ayasofya’nın mihrabına sarılmış bir gurbettir. Bir de içinde sergilenen tek bir müzelik eşyanın olmadığı göz önünde bulundurulduğunda dedemi hangi söz hangi vaziyet ikna edebilirdi bu ada?

Hem buna ikna olmak yahut ikna etmek, bir çağı kapatıp bir çağı açan, İslam medeniyetine ufuk veren, Müslümanların rüyası olan bir fethin omuzlarında taşıdığı onuruna gölge düşürmez mi? Hepimizin yakinen
tanıdığı bir varoluş hareketi olan fetih vehme kapılmaz mı? Uyuyanları uyandıran mecali ayaklarına dolanmaz mı? Elbette… Düşürür, kapılır dolanır. Elbette…

Yazar, nasıl bir cümle yazarsa yazsın içine sinmiyor, silip silip başa dönüyordu. Fethi anlatmak istiyordu. Fetih tefekkürünü…
Ne yazmalıydı ki sevgili okurlarına fethin ruhunu biraz olsun anlatabilsin. Gökyüzünün hürriyet ahlakını hatırlatsın. Varlığa bir nazarından bakan, nefsini ilmin makamı ile terbiye eden, hikmet ile amel eden şahsiyetleri işaret edebilsin. Fatih’i anlamaları için biraz olsun ilham
olsun onlara. Öyle ya Ayasofya’da secde etmenin sevincini anlamak için önce Fatih’i anlamak gerekiyordu. Fatih’in rüyasını…

Fatihin fethi, hiçbir asırda ayak bastığı hiçbir toprağı işgalin öğütücü iştahına teslim etmeyen, onu fethin çiçekler açtıran mevsimiyle devşiren bir iradenin emaresidir. Tarihin cevherine, muhkem bir gayret ile işlenen, meşru bir kuvvet ile açılan yoldur. Bizlere yaşamak eyleminin hilkatini hatırlatan emanettir. Ruhun en kuytu köşelerini bahtiyar kılan, hayatı da ölümü de şenlendiren bir sevdanın hâl dilidir. Ve Ayasofya’nın minarelerinden yükselen o aziz seda, bu sevdanın muradıdır, bu sevdanın semeresidir, bir kucaklaşma şölenidir. İşte yine ne söylesem biraz eksik. Tüm bu sözleri efsunlu bir kelimede toparlayıp manaya dağıtacak olursak Ayasofya’dan yükselen bu seda bağımsızlıktır, bağımsızlığın sesidir.

O hâlde, bağımsızlığımızın sesini niçin kısalım? Ayasofya’yı bu gerçeklikten bir yaka kartı ile koparıp “Olimpos Dağı’nın çocukları”na bir teselli armağanı gibi, niçin sunalım?

Ayasofya, İslam dininin, Doğu medeniyetinin hakkıdır. Ayasofya, tevhit dinine mensup bir mabettir. Hariminde kılınacak namaz, minberinde okunacak hutbe, şerefesinde okunacak ezan Ayasofya’nın hakkıdır.

İşte bugün bu hakkın, sahibine teslim edildiği, hakikatin üzerindeki örtüyü atıp gün yüzüne çıktığı gündür. Nice zamandır süren yaşlı bir mücadelenin,
dualarla harekete dönüşmüş bir bekleyişin, kabukları
çatlatırcasına yüreklerde kabaran bir hasretin; muradına erdiği gündür. Allah’ın ipine sarılanların bir nimet ile memnun edildikleri gündür.

O gün Ayasofya’nın tüm ağrılarını dindiren o ilk cuma namazını bir daha bir daha yaşıyordum. İçimi bayram yerine çeviren o heyecan canıma karışıyordu. Sabaha kadar sabredemeyip geceden giden, bahçesinde, son kez bekleyen kalabalığın insanı gafletten uyandıran ruhu mevsimimi sarıyordu. Öylesine mesuttum. Yerimden heyecanla kalkıp odanın bir duvarını boylu boyunca kaplamış kitaplığın orta rafında duran ince kapaklı bir kitaba uzandım. Masa lambasının ışığına getirip
yıpranmış sayfalarında incelikle göz gezdirdim Altını kurşun kalemle defalarca çizdiğim o satırları bulup tekrar tekrar okudum.

“Ve Ayasofya’nın açılması da böylece, İslâm’ın yeni bir aydınlık döneme gireceğinin başlangıcı olacak. Kapanışı bize bir şuur verdi, açılışı bir umut verecek.” (A. Sezai Karakoç; Dirilişin Çevresinde)

Evet, bu tarihî günler, Batı emperyalizminin pençesi ile birlik ve bütünlüğü bozulmuş Müslümanlar için bir umut ışığıdır. Siyonist rejimin zulmü altındaki Kudüs’ün, Mescidi Aksa’nın mukaddes topraklarına uçurulan bir müjde güvercinidir. Batı’nın, camilerimize kadar nüfuz etmiş maddeciliğine karşı; Doğu’nun eşyanın özüne işaret eden irfanıdır. Batı’nın tahrip ettiği
benliğimizin sesine kulak verilmesidir. Gerçek bir hürriyeti idrak etmek için zaruri olarak ihtiyacımız olan bir iyileşmedir. Nesillere kendilerine dönmeleri için yapılan bir çağrıdır, tarihi itina ile okumaları için verilen öğüttür. Hakkın elbette tecelli edeceği haberinin, yüreklerimize bıraktığı selamettir. Ayasofya’da kıyama durmak bir diriliş, bir uyanış, bir direniş hareketidir.

Önümüze heybetli bir yol açılmış duruyor. Rabbim isterse, Rabbim isterse…

Dedemin ruhuna rahmet okuduktan sonra kalemimi masanın üzerine bıraktım. Vakit girmişti. Yatağının başında katlı duran takkesini alıp sabah namazı için Ayasofya’nın yolunu tuttum. Ne huzurlu, ne hür, ne hayat dolu bir yolculuktu bu.