Makale

Sükût… Dünyanın en uzun cümlesi

“Sükût… Dünyanın en uzun cümlesi…”

Hacer Noğman

18 Ekim 2019

Geceye bir ayet bırakıyorum: “Her can ölümü tadacaktır…”

Günümün sıradanlığını kaleme almak değil niyetim. Beni derinden sarsan bir kötü haber, saatlerdir bırakmıyor yakamı… Birkaç arkadaş, önümüzde not defterlerimiz açık bir şekilde kitap tahlilleriyle ilgili konuşuyoruz. Masamızda birkaç kitap... İki gün önce, üstadın tekrar yoğun bakıma alındığı, bilincinin kapalı olduğu haberini almıştım. Neredeyse bütün bir yazı hastanede geçirmiş kısa bir süreliğine taburcu olup evine geçse de durumu tekrar kötüleşip hastaneye yatmıştı. Haberlerden, sosyal medyadan takip ediyorduk durumunu. İlerlemiş yaşına rağmen hastalığı yeneceğine, iyileşeceğine inanmak istiyorduk. Sohbetimiz kitapların arasında gezinip onun Batı Notları’na geldi. Bir an sessizlik... Zihnimizi yoklayan kötü düşünceler. Allah korusunlar. Rabbim uzun ömür versinler. Kulak veriyorum muhabbete: Zaman kavramının değerlendirilmesi üzerine bir konu. Ardından bir gencin kimlik inşasını nasıl kurabileceğini, katkı sağlayabilecek unsurları konuşuyorlar. Dinliyorum yalnızca. Gelip buluyor yine düşünceler beni. Konuşmaya dâhil olmam için bir iki söz işitiyorum.

Saat ikiyi biraz geçmiş. Telefonumun ekranı parlıyor birden. Bir bildirim: “SON DAKİKA! Kudüs Şairi Nuri Pakdil, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.” Oturduğum sandalyede içime doğru kayıyormuş hissiyle doğruluyorum, “Nuri Pakdil ölmüş.” diyorum sesli şekilde. Masadakiler ufak şaşkınlık yaşıyorlar. Bir belki iki dakika bu mevzu üzerinde konuşuluyor ve muhabbet kaldığı yerden devam diyor. Kendimi teselli ediyorum güya. Ölüm haberini hafifletiyor mu? Hayır. Öncesinde üstadın hastanede yatışı ve son iki gündür duyduğum haber, yalnızca zemin hazırlıyor. Hafifletmiyor kati surette. Sohbet bitiyor…

Eve döndüm. Havanın hafif ılıklığı geceye süzülüyor. Karanlık gökyüzünde parlayan yıldızlardan yalnızca biriyim ben. Bir sonraki gece olmayacağım belki de. Bu evrende bir hiçten ibaretim aslında, bunu fark ediyorum. Geceye darılmış saatin akrebiyle yelkovanı. Birbirini kovalayışları bayağı yavaş gibi geliyor bana; zaman hiç geçmiyor gibi. Defterimin boş sayfasına bakıyorum. Yazmak değil niyetim. Düşünüyorum, düşünüyorum... Uzakta sandığımız ölüm başucumuzda. Bakışlarım hemen solumda kalan masanın üzerinde duran kitaplara gidiyor. Kalem Kalesi/Nuri Pakdil... Notlar düştüğüm renkli yapışkan kâğıtlardan rastgele alıyorum birini:

“Sükût… Dünyanın en uzun cümlesi…”

Sükût… Bir kelime, iki hece... Koca bir boşluk; adına ne derseniz… Ben arş demeyi tercih ediyorum. Çünkü bu sükût, arşı delecek kuvvette ve arşı delecekmiş gibi yayılıyor… Zihnimin derinlerine de ilmek ata ata işliyor. Vücudumun en küçük birimine hâkim oluyor.

Düşünüyorum.

Sükût…

Nedendir bu durumun bizde mevcudiyeti? Fazla mı hassasız? Yahut soru şöyle olmalıydı: Fazla mı hazırlıksızız? Gidişe midir bu durgunluğumuz, gidecek oluşumuza mı? Hassaslık değil bu. Bunun adı, göçe hazırlıklı olamayışımızı gidenlerin bize hatırlatmasıdır.

Geride bıraktığı eserleri belki bir nebze teselli edici… Fakat ana baba, kardeş yahut bir abla ya da ağabey bırakmayışı da bu sükûta gömülüyor. Gömülenler arasına karışmış gibiyim. Geceyle birlikte ben de gömülüyorum bu sükûta, bu ayrılışa.

Geceye dargın olduğunu düşündüğüm saatin yelkovanı ve akrebi de durmuştur. Onlar da bu sükûta gömülüyor. Zaman ve sükût, gecemi sabah edebilecek miyim acaba? Yahut gömüldüğüm bu sükûttan çıkıp sabaha erebilecek miyim? Ve bir cümle yineleniyor zihnimin boşluğunda: “Sükût… Dünyanın en uzun cümlesi…”