Makale

BELKIS İBRAHİMHAKKIOĞLU İLE İLİM VE İRFAN GELENEĞİMİZ ÜZERİNE

Söyleşi: Mahir Kılınç

BELKIS İBRAHİMHAKKIOĞLU İLE İLİM VE
İRFAN GELENEĞİMİZ ÜZERİNE...

Belkıs İbrahimhakkıoğlu, 1950 yılında Erzurum’un Aşkale ilçesinde doğmuştur. Erzurumlu İbrahimhakkı Hazretleri’nin 6. kuşak torunudur. Şair Mehmet Hakkı Bey’in dört çocuğundan en küçüğü olan İbrahimhakkıoğlu, ilk ve orta tahsilini Erzurum’da tamamlamıştır. 1968 yılında Erzurum Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Arap-Fars dilleri bölümüne girmiş, 1970’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine ardından 1971’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine geçiş yapmış ve buradan 1977’de mezun olmuştur. Yazar, 1982’den itibaren Türk Edebiyatı’nda Gülsüm Ak, Zeynep Işıklar ve Zehra Gümüşsu müstear isimleriyle deneme ve eleştiriler yazmış; Necip Fazıl Kısakürek başta olmak üzere dönemin önemli kültür insanları ile röportajlar gerçekleştirmiştir. Aynı derginin yazı işleri müdürlüğünü ve vakfın yönetim kurulu üyeliğini de yapan yazar, çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazmış; 2017 yılında kurulan Kudüs Platformu’nun başkanlığını da yürütmüştür.

18. yüzyılda yaşamış, birçok eser ortaya koymuş, hem dinî hem fenni ilimlere vukufiyeti ile özgün bir yer edinmiş Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın torunlarındansınız. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın sizin dünyanızdaki yeri nedir?

Aklımız baliğ olduğundan beri yaşa veya dönemlere göre duygularımızda, düşüncelerimizde, fark edişlerimizde renklerimizin tonları değişebiliyor. İbrahim Hakkı Hazretlerinin benim dünyamdaki yeri için de aynı şeyi söyleyebilirim. Çocukluğumda, yüzyıllar öncesinde yaşamış değil de aynı evde yüz yüze baktığımız, nefesini hissettiğimiz bir büyüğümüz gibiydi. Böyle hissetmemizde elbette aile büyüklerimizin ve çevrenin payı büyüktü. Çevremiz, onun manevi şahsına hürmeten bize de itibar ediyordu. Bunun yanı sıra dolaylı bir şekilde söz ve davranışlarımıza dikkat etmemiz gerektiğini hissettirirlerdi veya biz öyle zannederdik. Çok şükür, büyüklerimizin uyarıları sayesinde bu itibarın bize değil, taşıdığımız isme gösterildiğini, bu yüzden de asıl bizim o insanlara karşı saygılı olmamız gerektiğini öğrenmiştik.

Yaşımız ilerledikçe artık aileden öğrendiğimiz hikâyelerin, bilgilerin eksik parçalarının kendi gayretimiz ve çalışmalarımızla tamamlanacağını idrak etmeye başladık. Marifetnâme gibi bütün dünyada tanınan bir eserin sahibi ile kan bağından öte insanlık olarak, kültür olarak, inanç olarak çok daha derin bağlarımız olduğunu fark ettik. İnsanlığa mal olmuş bu zatları, “benim dedem” hamlığı ile sahiplenmenin en hafifinden cehaletten kaynaklandığını anlamıştık. Aslında aileden aldığımız eğitimle böyle övünmelerin boşluğunu, basitliğini, Allah katında insana hiçbir fayda sağlamayacağını öğreniyorduk. Sadece onlara layık olmak için ne yaptım, diye kendimizi sorguluyorduk.

Kadim kültürümüzde ilimle irfanı meczetmiş ve bunları birbirinden ayırmamış isimler ufkumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Sizin zaviyenizden ilim ve bilim için irfanın önemini anlatır mısınız?

Bilgiyi tek başına güç olarak görmek bir anlamda şirke girer. Bunu özellikle günümüzde somut olarak müşahede edebiliyoruz. “Faydasız bilgiden Allah’a sığınırım.” Bilgi, eğer ezelden ebede yolculuğumuzu aydınlatabiliyorsa değerlidir. O yüzden Yaradan’ı, yaratılmışları karşısına alan bir söylem ve eylem biçimi olmamalıdır. Bilme işi, bizi insan olarak da insanlık olarak da daha iyi bir noktaya taşır. Zaten bunun için bilme gayreti vardır. Tecessüs için değil, hikmet içindir gayret. Tecessüs, anlamsız ve hadsiz bir meraktır yalnızca. Ne, niye araştırılıyor mühim değildir, yalnızca bilinmedik bırakmamanın hırsı hareket noktasıdır. Hikmet ise öğrenilmesi insan olmanın vasfını bir üst mertebeye taşıyacak dönüşümü sağlayacak olan şeyin bilgisidir. Bu yüzden gereklidir, temkinle ve usulünce araştırılır. Gerçek âlimler aynı zamanda hikmet ehli ariflerdir.

İrfan ehli olmayanların elindeki bilgi; faydacılığa, kibre, insafsızlığa, merhametsizliğe, vicdansızlığa kolayca yol açabilir. O yüzden en alt basamaklardan itibaren okullarda hikmetin diliyle eğitimin müfredatlarında yer alması hayati bir konudur.

Küçük yaşlarda hem tasavvufi hem edebî sohbetlerin yapıldığı meclislerde bulundunuz. Geriye dönüp baktığımızda bu meclislerin ruh dünyanızın gelişimindeki katkılarından söz eder misiniz?

Bu meclislerin en önemli etkisi, “İnsan ne demek, insan nasıl olunur?” sorularına bulduğumuz karşılıklardı diyebilirim. Riyanın, had bilmezliğin, edep yoksunluğunun nasıl bir yük olduğunu öğrendik. Kusurlarımızdan dolayı boynumuzu eğmeyi, af dilemeyi, insanlar hakkında Allah adına hüküm vermemeyi, kınamanın, tecessüsün, dedikodunun çirkinliğini, bencilliğin, kabalığın insanı manevi zevklerin nasıl uzağına düşürdüğünü öğrendik. Hâsılı insan vasfını kazanmanın ancak nefsimizden yana çıkmamakla, edebimizi takınmakla mümkün olabileceğini kavradık. Elbette ki önemli olan öğrenilenleri hâl edinebilmektir. Onun da ancak Rabbimin yardımı ve lütfu ile olabileceğini anladık. Bütün bunlar bize yaşamak istediğimiz veya imrendiğimiz bir dünyanın kapısını hangi ince ayarlarla açabileceğimizin yol göstericisi oldu. Hâlâ ümitle o kapıların açılması için duadayım.

Gözümüzün nuru çocuklarımıza yönelik Peygamber Öyküleri dizisi başlığı altında on bir peygamberin Kur’an’daki kıssalarını kitaplaştırdınız. Sizce gerek bu kıssaların gerek din büyüklerimizin hikâyelerinin çocuklarımıza sunulmasının faydaları nelerdir?

Bu kıssalar ve menkıbeler, nebevi ahlakın vicdanlarda yer etmesi için verebileceğimiz en güzel örneklerdir. Çünkü hakikatle ilişkileri dolayısıyla ayakları yere sağlam basar. Burada dikkat edilmesi önemli olan husus, peygamberlerin hakikatine gösterilmesi gereken saygıdır. Onlar da bizim gibi insandı diye kendi hissiyatımızı peygamberler üzerinden romantik anlatım hafifliğine dönüştürmek vebaldir.

Cenab-ı Hak, emirlerinin uygulanabilirliğini bize onların yaşantılarıyla örnekliyor. Evet, onlar da insandı ama kendi yaşantılarıyla bize rehber olan, yol gösteren seçilmiş kullardı. Ayet-i kerimeleri bire bir yansıtan davranış örnekleriyle bize her hâl ve şartta olması gerekeni işaret ederek imani zaafa düşmememizi öğütlüyorlardı. Çocuklara onları anlatırken satır aralarında bu hususlara vurgu yapmak asıl gaye olmalıdır diye düşünüyorum. Biz o kıssaları çocuklarımıza öyle bir edeple anlatabilmeliyiz ki pratikte de davranışlarına yansısın.

Ayrıca sizin de arasında yer aldığınız on iki kadın yazarın kaleminden on iki seçkin kadının anlatıldığı Kadın Oradaydı-Vahiy Sürecinde Kadın Rolleri adlı kitaptan hareketle vahiy sürecinde kadının önemini anlatır mısınız?

Üstlendikleri roller itibarıyla mübarek kadınların hakikatin yanı başında bütün iman ehli gibi sağlam ve tavizsiz, dimdik ayakta duruşlarıyla bizlere örnek olduklarını biliyoruz. Anlayış olarak merkezde insanı bulduğum için bu anlamda kadınla erkeğin birbirinden farklı olduklarını pek düşünmüyorum. Aynı ayette, Müslüman kadınlar, Müslüman erkekler; mümin kadınlar, mümin erkekler ifadesinin yer alması Hakk katında asli değerimizi belirliyor sanırım. Mesela Hz. Meryem, Hz. Asiye, Hz. Hatice gibi mübarek kadınlar, cinsiyetlerini öne çıkaran hâl ve davranışlarıyla değil, hakikat uğrunda verdikleri mücadele ve direnişleriyle bu süreçte yer almışlar, içimizde de bu yönleriyle taht kurmuşlar. Her biri insan olarak, kadın olarak değişik vasıflara sahip nice mübarek kadınların tek noktada toplanan ortak özellikleri şeksiz şüphesiz tam bir teslimiyetle Allah’a olan bağlılıkları yani imanlarıdır.

Ahmet Kabaklı Hoca’nın kurucusu olduğu Türk Edebiyatı Vakfında 30 yıl kadar görev aldınız. Vakfın başta siz olmak üzere insanlara sunduğu katkılar nelerdi?

Kabaklı Hoca milletinin değerlerine gönül vermiş, samimi bir dava insanıydı. Türk Edebiyatı Vakfı ve dergisini de bu değerlere sahip çıkmak, yeşerterek geleceğe taşımak idealiyle kurmuştu. Niyet halis olunca yol da niyete uygun açılıyor.

Türk Edebiyatı dergisi, kültürel değerlerimizin sahipliğini görev olarak üstlenmişti. Her sayısında dönemin çok önemli ilim, fikir ve sanat insanlarının imzaları yer alıyordu. Malik Aksel, Mehmet Kaplan, İbrahim Kafesoğlu, Muharrem Ergin, Oktay Arslanapa, Tahsin Banguoğlu, Emin Işık, Altan Deliorman, Necmettin Hacıeminoğlu, Mustafa Necati Sepetçioğlu... Dönemin ağır topları diyebileceğimiz daha pek çok isme ev sahipliği yaptı. Necip Fazıl’ın vefat edene kadar kaleme aldığı son şiirleri de yine Türk Edebiyatı dergisinde yayımlandı. Derginin sayfaları tecrübeli kalemlerin yanı sıra genç kabiliyetlere de açıktı. Kabaklı Hoca’nın Hakk’ın rahmetine kavuşmasından birkaç yıl sonra genel yayın yönetmenliğini üstlenen Beşir Ayvazoğlu, muhteva ve görünüm olarak dergiyi zirveye taşıyarak Hoca’nın da ruhunu şad etti.

Hoca, gerek vakıf gerek dergi olarak yayın ve çalışmalarında siyaset üstü bir politika izlemeyi tercih etti. Kendi yağıyla kavrulduğu için vakıf da dergi de hiç bir çevrenin güdümünde olmadı.

“Yaşadığım her şeyi bir kazanç olarak değerlendiririm. Başkasına ızdırap gibi gelen şeye hamd ederim. Çünkü hakikaten yaşadığım her olumsuzluk bana bir şeyler katmış, kazandırmıştır.” diyorsunuz. Böylesi olumlu pencereden bakabilmeyi nasıl başarıyorsunuz ve okuyucularımıza bununla ilgili hangi tavsiyelerde bulunursunuz?”

“Hakk’ın olıcak işler

Boşdur gam u teşvişler

Ol hikmetini işler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Çocukluğum “Tefvizname”nin sık tekrarlandığı ortamlarda geçti. Bu hikmetli sözler hayat felsefesi olarak içimizde yer etti. Sonraki yıllarda da uzağına düşmeyelim diye içimizde dolaştırmaya devam ettik. Zaten hayat da pratikte bize bunu açıkça göstermiyor mu?

Mesela dünyanın korkusu hâline gelen korona virüsünün eğer derinlemesine düşünürsek her birimize hayata dair çok önemli dersler verdiğini fark edebiliriz. Kendi adıma ben iç sesimin hırpalayıcı sorularına çok muhatap oldum ve zihnimde sürekli şu cümle dolaştı: “Cenab-ı Hak’kın benden esirgemediğini ben nefsime zulmederek kendimden esirgemişim.” Yapıp ettiklerim, meşgalelerim hâsılı bir ömrün içini dolduran bütün eylem ve düşüncelerim sanki mahşer günündeymişim gibi film şeridi hâlinde zihnimde akıp durdu. Sonra şunu fark ettim; insanın kendisini bu kadar acımasızca hırpalaması da yine nefsinden olabilir. Zira Cenab-ı Hakk’ın takdirine karşı gizli bir şikâyete dönüşebilir. Ayrıca Rabbimin tövbe kapıları bizim için her zaman açık. Demek ki virüs hayırlı bir şekilde nefis muhasebesine vesile oldu. Pek çok insan farkında olsun olmasın bunu yaşadı.

Eğer fark edişlerimiz gerçekten rahmani anlamda samimi ise gördüğümüz eksiklerimizin telafisi her zaman mümkün. Göremediklerimizi de zaman içerisinde Rabbim gösterir. Şu çok açık ki her dönemde her durumda her şartta yaşanmış veya yaşanacak olan sıkıntılara, musibetlere, üzüntülere karşı insanı ayakta tutacak olan yegâne dayanak sağlam bir imandır. Şunu aklımızdan çıkarmayalım ki Cenab-ı Hakk’ın sonsuz sıfatlarının içerisinde zalim sıfatı yoktur. O hâlde bize düşen Hakk’tan gelene razı olmak ve sabır göstermektir. Çünkü sonunun hayır olacağını müjdeleyen yine Rabbimizdir.