Makale

ANADOLU’DA PEYGAMBER AŞKININ TEZAHÜRÜ: MEVLİT HİKÂYELERİ

ANADOLU’DA PEYGAMBER AŞKININ TEZAHÜRÜ: MEVLİT HİKÂYELERİ

Mustafa Mirza DEMİR

Hikâyeler, masallar, efsaneler, destanlar milletlerin tarihini, hissiyatı ve fikriyatını, duygu ve düşüncesini önce söze döküp sonrasında yazının da tedavüle girmesiyle kâğıda nakşettiği kültür ve medeniyet aktarımıdır. Söze büyük kıymet ve kutsiyet atfeden doğu toplumlarında, özellikle de Türk milletinin sözlü edebiyat ve kültür tarihinde, olayları tasavvur ve tahayyül ederek nihayetinde hikâye etmek pek mühim yer tutmaktadır. Zira Anadolu irfanı dediğimiz bakış, sezgi, yüce gönüllülük, yalın ama samimi bir tavra sahip olan insanımız, hikâyenin cazibe ve tesirini iyi bilmekte ve sözün kudretine inanmaktadır. Kadim tarihimizde, halk içinde öyle kimseler vardı ki geçmişin bilgi ve tecrübesini gelecek nesillere aktarmayı, nasihat veya ikaz etmeyi kendilerine vazife edinen bu kişilerin piri Dede Korkut, en büyük hazineleri Kur’an kıssalarıydı ve onlar, toplumun hafızası görevini de görüyorlardı.

Hikâye anlatıcıları

Kalabalık ve pürdikkat bir dinleyici kitlesi huzurunda meddah ve kassas adı da verilen hikâye anlatıcılarının, yazılı herhangi bir metin olmaksızın anlattığı hikâyeler, XIII. yüzyılda Anadolu insanının en büyük eğlencesiydi. Camiler, tekkeler, konak ve köy odalarında toplanan ahalinin can kulağıyla dinlediği bu insanlar, anlatımı güçlendirmek için coşkulu hareketlere, mimiklere, çok çeşitli ses tonlamalarına, zengin atasözleri ve deyimlere müracaat eder; edebî imkân ve kabiliyetleri sayesinde dinleyiciyi sözün ve hikâyenin tılsımıyla büyülemeyi başarırlardı. Anadolu’da masalcı, Asya steplerinde manasçı misali…

Bu anlatıcılar, başarılı bir şekilde Kur’an kıssaları ile halk hikâyelerini ve mitleri cemederlerdi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatından, gazalarından, mucizelerinden Hz. Ali cenklerine; Hz. Yusuf (a.s.) kıssasından Köroğlu destanlarına, Hızır (a.s.) menkıbelerinden Dede Korkut hikâyelerine kadar geniş bir hazineye sahip anlatıcının heybesinde Battal Gazi, Ala Geyik, Kesikbaş gibi hikâyelerin yanı sıra yedi başlı ejderhalar ve tek gözlü devler gibi masal kahramanları da bulunurdu. Bazen destan kahramanlarının mitolojik canavarlarla harmanlandığı bir heybeydi onlarınki.

Anadolu’da asırlardır meclislerde anlatılagelen hikâyeler, XIV. yüzyılda yavaş yavaş kâğıda dökülmeye başlandı. Çoğunlukta manzumeler biçiminde ve mesnevi tarzında yazılan bu hikâyeler, yazanı belli olsun ya da olmasın, zamanla cemedilerek büyük bir kitabın küçük küçük bölümleriymiş gibi bir arada toplandı.

Vesiletü’n-Necat ya da Mevlit

15. yüzyılın başlarında, bir peygamber âşığı olan Süleyman Çelebi (ö. 1422) Vesiletü’n-Necat adlı eserini kaleme aldı. Yazdığı eserden dinî ilimlere vâkıf ve kültürel birikime sahip olduğunu anladığımız Çelebi’nin mezkûr eseri, Allah ve peygamber sevgisi taşıyan Anadolu insanı tarafından büyük bir teveccühle kabul gördü ve “Mevlit” adıyla anılır oldu. Adı anılmışken sade bir Türkçe ile fakat zengin ve sanatkârane bir üslupla kaleme alınan bu eserin Türk İslam edebiyatındaki yerini ve önemini belirtmek gerekir. Ayet ve hadis, farz ve vacip gibi dinî mefhumların yerli yerince ve manaları çarpıtılmadan aynı zamanda tasavvufi remiz ve motiflerle beraber edebî sanatların da gayet başarılı bir şekilde kullanıldığı anlaşılan, eskilerin tabiriyle tam bir “sehl-i mümteni”dir.

Anadolu insanının gönlünü fetheden ve Balkanlar başta olmak üzere birçok İslam ülkesinde de çok sevilerek hemen her merasimde gerek şiirsel üslupla gerekse musiki ile icra edilegelen Çelebi’nin Vesiletü’n-Necat’ından bahseden antolojik ve ansiklopedik eserlerde şu mealde ifadeler yer alır: Yazıldığı dönemden günümüze kadar pek çok nüshası bulunmaktadır. Ancak esere sonradan dâhil edildiği düşünülen kısımların olduğu düşünülmektedir ki bu da metnin aslının belirlenmesini zorlaştırmaktadır. Elbette ki eseri, dil ve edebiyat yönünden inceleyen ve karşılaştırmalı okumalar yaparak Süleyman Çelebi’ye ait olan metinden sözü edilen ilaveli kısımları ayrıştıran çalışmalar yapılmaktadır. Bizim yazımıza mevzu bahis olacak kısım bu ilavelerdir ki girizgâhta sözünü ettiğimiz sözlü edebiyatımızın karakterleri anlatıcı/meddahların heybelerinden döküldükleri kuvvetle muhtemeldir efendim!

Mevlit hikâyeleri

Süleyman Çelebi’nin eseri toplum tarafından fazlasıyla sevilmiş ve itibar görmüş olmalı ki zamanla kendisine nazireler yazıldığını, hatta eserin, önüne ve sonuna farklı hikâyeler ilave edilerek dolaşıma girdiğini görüyoruz. Eser, yazma nüshalarla çoğaltılırken metnin aslından olmadığı hâlde sonradan eklenen hikâyeler iyice çeşitlenerek artmaya başlayınca bazı kısıtlamalar, sınırlandırmalar hatta eksiltmelerin yapıldığı da söylenir. Bu dönemde yapılan eksiltmelerden mevlidin özgün metni de nasibini almış ve kısmen de olsa değişmiş olabileceğine dair görüşü kuvvetlendiren enteresan bir bilgi de bugün elimizde bulunan eserin veladet/doğum bölümünde yer alan “merhaba” faslının tümü ya da en azından bir bölümünün sonradan eklenmiş olabileceğidir. (Faruk Kadri Timurtaş, Mevlid/Vesiletü’n-Necat, Ankara, 1970.) Yazma eserlerin, yerini basmalara bıraktığı süreçte nüshalar artık standart bir hâle gelir, “Süleyman Çelebi’nin mevlidi” ve “hikâyeli mevlit” şeklinde iki türlü basılmaya başlanır. İlkinde, adından da anlaşılacağı üzere eserin müellifine ait kısımların yer aldığı metin; ikinci türdeki baskılarda ise asıl metne ulanan muhtelif hikâyeler de bulunmaktadır. Fakat günümüzdeki basılı yayınların hepsinde böyle bir ayrımın gerçekleştiğini söyleyebilmek pek mümkün görünmüyor. Hikâyeli metinlerde, dinî törenlerde terennüm ile de okunan münacat, doğum, miraç ve bitiş bölümlerinin yanı sıra birkaç kaside/ilahi ile Hz. Fatıma’nın vefatına dair mesnevi gibi bazı manzumeler bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla “Geyik, Güvercin, İbrahim ile İsmail, Kesikbaş, Yahudi’nin Müslüman Oluşu ve Deve” hikâyeleridir. Yazma nüshalarda yer alan “Kız, İbrahim, Kurubaş (Cimcime Sultan), Ejderha ve Dahdah” gibi hikâyelerin basılı mevlitlere alınmadığına da tanık oluyoruz. (N. Ahmet Özalp, Hikâye-i Mevlidi’n-Nebi, İstanbul, 2014.)

Mevlidin önüne ardına ilave edilen hikâyelerin yazarları bilinmemekle birlikte bazı isimler rivayet edilse de kaynaklar nazarında onlar da tartışmalıdır. Hasılıkelam bu hikâyeler, en az Vesiletü’n-Necat’ın merhum müellifi kadar Allah ve peygamber aşkıyla yanan Anadolu insanına aittir, anonimdir. Bin yıllardır eskimeden sözlü olarak var olagelen köklü bir geleneğin devamı niteliğinde, meddahların/anlatıcıların bayram günlerinde ve köy odalarında anlattığı hikâyelerin âdeta gömlek değiştirmiş gibi Süleyman Çelebi vesilesiyle yazılı bir cisme bürünmüş hâlidir. Ülkemizde hemen her meclisde -belki de Kur’an’dan sonra en fazla- okunan ve dinî bir hassasiyetle dinlenen bu muteber eseri, gür sesli ve işinin ehli bir mevlithandan dinlediğimizde, kadim zamanlarda elindeki hayalî Zülfikar ile göğün altında kavisler çizerek Hayber’i anlatan hikâye anlatıcısının etrafında halka olanların duyduğu coşkuya benzer duyguları bugün hissedişimiz bundandır belki de… Allah bilir! Mevzumuza bahis hikâyelerden tadımlık birkaç inciyi şuracığa iliştiriyorum, iyi okumalar efendim.

Dedi “Gördüm bu gece sen gördüğün

Hâk-i pâyine yüzünü sürdüğün

Âşık oldum ben de ana can ile

Doldu gönlüm nur ile iman ile”

Ol Resule biz uyalım can ile

Yoluna canı koyalım aşk ile

“Hem dahi Hakk’a itaat edelim

Mevlid okumağı âdet edelim”

Ger dilersen sen de izzet bulasın

Mevlide can ile izzet kılasın

Ger dilersiz bulasız âli makâm

Aşk ile de es-salâtü ves-selâm.