Makale

Şiir Dersi

Şiir Dersi

Abdurrahman Alkan

“Kitaplarınızı kapatın.” demişti dersimize yeni girmeye başlayan edebiyat öğretmenimiz, sınıf defterini imzaladıktan sonra. Böyle diyen öğretmenlerimiz olur ve “Bugün sözlü yoklama yapacağım.” cümlesi gelirdi ardından. Buna alışık olduğumuz için şaşırmadan ikinci cümleyi bekledik. Ama o, tahmin etmediğimiz bir şey söyledi: “Bu dersimizde şiir yazacağız.”

Pek bir şey anlayamadığımızı görmüştü. Aldırmadı buna. Çantasından kırmızı kaplı, ajandaya benzer büyükçe bir defter çıkardı. Defterin ilk sayfasını açtı. Tahtaya özenerek, Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait olduğunu öğreneceğimiz “Selam Olsun” şiirini yazdı. “Çocuklar siz de yazın.” dedi. “Ama güzel yazın.”

Şiiri yazıp bitirdikten sonra arkamıza yaslandık. Önce kendisi, etkileyici bir sesle şiiri okudu. Sonra “İçinizde, şiiri okuyacak var mı?” dedi. Kimse parmak kaldıramıyordu. “Çekinmeyin.” diyerek cesaret verdi. Birkaç kişi okudu. Sonra şiirden ne anladığımızı sordu. Dinledi. En sonunda da kendisi şiiri yorumladı.

O gün sınıfta bulunan arkadaşlarımızdan çoğu, bir şiiri baştan sona ilk kez okuyordu belki de. Okurken kendi aramızda sessizce gülüşüyorduk. Farklı bir dersti bizim için. Nasıl geçtiğini anlayamayacak kadar güzeldi. Hoşumuza gitmişti şiir okumak, yazmak ve şiirden konuşmak. Yeni bir şey denemiş ve onu sevmiş insanların mutluluğu vardı yüzümüzde. İlk kez dersin bitişine üzüldük galiba. “Yine yapalım bunu.” dedik. Öğretmenimiz gülümsedi, “Tamam. Haftada bir saatimiz, şiir dersi olsun.” dedi. Adı belli olmuştu bu farklı dersin: “Şiir Dersi”

Hemen kendimize güzel birer defter aldık: Kimimiz bir ajanda, bazılarımız çizgisiz bir defter kimilerimiz ise küçük ilçemizdeki tek kırtasiyeden öğretmenimizin defterine en çok benzeyen bir defter… Sınıfımızda o kırmızı kaplı şiir defterine benzeyen birçok şiir defteri oldu. Heyecanla bekler olduk dersi.

Her hafta bir şiir yazıyorduk öğretmenimizin defterinden. Öğretmenimiz şairlerin sadece şiirlerini okumakla kalmıyor, insani yanlarından söz ederek onları bize daha yakından tanıtıyordu. Onları hem bir şair hem de bir insan olarak seviyordu. Örneğin, Recaizade Mahmut Ekrem’in genç yaşta ölen oğlu için döktüğü gözyaşlarından söz eder, ona yazdığı şiirleri okurdu. Yine Cahit Sıtkı’nın Paris’ten eve gönderdiği mektuplardaki samimiyetinden bahsederdi. Böylece, kitaplarda ciddi resimleriyle gördüğümüz şairleri, hayatın içinden yanlarıyla tanırdık.

Başka bir dil konuşulurdu sanki o derste. Hiç duymadığımız isimler, sözler, hayaller, dünyalar dolardı sınıfımıza. Kimi zaman öğretmenimizin anlattıklarını, şairlerin zihinlerinden geçenleri tam anlayamazdık belki ama öylesine hoşumuza gider ve severdik bu dersi.

Nice şairler tanıdık haftalar ilerledikçe. Kimi zaman unutulmuş eski bir şairin kimi zaman bir Fransız şairinin bazen de günümüzün henüz ismini duymadığımız genç bir şairimizin şiirini yazdık, okuduk. Biz taşralı çocukları başka bir dünya ile tanıştırıyordu öğretmenimiz. Yüzyıllar öncesinden ve kilometrelerce ötelerden sesler getiriyordu. Anadolu’nun küçük bir ilçesinde isimleri hiç duyulmamış belki de duyulmayacak şairlerin adı söylenir, şiirleri okunurdu bu derste. Bir yandan yeni yeni öğrenmeye başladığımız İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu gibi şairlerin adlarını söylerken diğer yandan Paul Verlaine, Louis Aragon, Alphonso Dudet, Maria Rilke gibi şairlerin isimlerini başını gözünü kırarak telaffuz etmeye çalışıyorduk.

Kavruk bir Anadolu genci, Aragon’un yüzyıllar önce yazılmış “Mutlu aşk yoktur. / Tek aşk yok bitmesin acıyla. / Sevsin de solmasın gül benzi insanın. / Severse duyar yittiğini damarlarındaki kanın.” dizelerini okur, bu dizeler bazılarımızın gönlüne efkâr olurdu. Kimi zaman da Edgar Allan Poe’nin “Annabel Lee” şiiri bir delikanlının yüreğinde yeniden hayat bulurdu. O anlarda sınıfımız taşra kasabasında eski bir okulun herhangi bir sınıfı olmaktan çıkar masalsı bir mekâna dönüşürdü.

Akıllı tahtanın henüz memlekete ayak basmadığı yıllarda karatahtaya nice güzel şiirler yazıldı tebeşirle. Değişik asırlardan, memleketlerden şairler konuk oldu küçük sınıfımıza. Ahmet Muhip Dıranas’ın “Olvido”, Ziya Osman’ın “Sebil ve Güvercinler”, Cahit Sıtkı’nın “Gün Eksilmesin Penceremden”, Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz”, İsmet Özel’in “Esenlik Bildirisi”, Yavuz Bülent Bakiler’in “Gözlerin İstanbul Oluyor Birden” şiirlerini hep bu derste okuduk ve sevdik.

Her şiirle birlikte farklı duygular yaşardık. Kimi zaman “Anadolu’ya bir kısrak başı gibi uzanan bu toprak bizim.” dizelerini öğretmenimizden dinlerken duvarda asılı duran haritaya gözümüz kayar böyle bir vatana sahip olmanın sevincini duyardık içimizde. “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.” dizelerini okurken hayalen Çanakkale’ye gider o mahşeri yaşardık. Minnet duygularıyla şehitlerimize dualarımızı gönderirdik. Vatan için canların toprağa hâlâ düşmeye devam ettiğini hatırlar ve kahır dolu ağır bir sessizlikle içimize dönerdik.

Öğretmenimiz mi böyle ayarlar yoksa denk gelirdi bilemezdim ama şiirler mevsime ve özel zamanlara denk düşer, güzel bir peyzaj oluştururdu. Örneğin Cenap Şahabettin’in muhteşem kar şiiri “Elhan-ı Şita”, bir kış gününe denk gelir ya da “Ihlamurlar Açtığı Zaman” şiiri, insanda dağlara doğru koşma isteği uyandıran güneşli bir bahar gününe rastlardı.

Sahi ne güzeldi sobanın ısıttığı sınıflarda bir kış günü Cenap’ın “Ey uçarken düşüp ölen kelebek…” dizelerini dinlerken kar tanelerinin camlarda erimesini izlemek… Bu hazzı yaşamak kaç öğrenciye kısmet olmuştur ki…

Bir gün öğretmenimizden şiir defterini istedim. Öğretmenimiz şiiri bazen, yazısı güzel olan bir arkadaşımıza yazdırır defteri verirken de “Bu defter sizden yaşlı ona göre.” diyerek dikkatli davranmamızı tembih ederdi. “Kıymetli olduğunu biliyorum öğretmenim.” dedim. Gülümsedi. “Öğrencilerimden kıymetli değil ama.” diyerek defteri verdi.

O akşam evde bütün şiirleri okudum. Yıllar içerisinde okuduğu ve sevdiği şiirleri yazmış. Okudukça da yenilerini ekliyordu. Kimi şiirlerin yanına yıldız işareti koymuş kimilerinin yanına ise çiçek veya kalp işareti. Defterin ilk sayfasına yaşadığı şehirleri ve tarihleri not etmiş. Epeyce gezmiş Anadolu’da. İç kapağına da serlevha olarak Tagore’nin “Huzursuzum/ Uzak uzak şeylerin/ Susuzluğu var bende/ Çırpınıyor ruhum / Loş uzakların/ Eteğinden tutmak iştiyakıyla…” şiirini yazmış. Kendini bulduğu şiirdi belki sayısız şiir arasında.

Haziranın ortasına gelmiştik. Okul bitiyordu. Son şiir dersimizdi o sene. Abdürrahim Karakoç’un “Unutursun Mihriban” şiirini yazdırdı. “Unutmak kolay mı deme./ Unutursun Mihriban’ım. / Oğlun, kızın olsun hele. /Unutursun Mihriban’ım.” Çok sevmiştik şiiri. Her zamanki gibi önce kendisi okudu. Bizlere okuttu. Şiir üzerine konuştuk sonra. “Hayatta her şey unutulur. Zaman, bütün dertlere devadır.” dedi. “Hayat böyle bu gemide. / Eskiler yiter yenide. / Sen beni değil kendini de./ Unutursun Mihriban’ım.”

Her eylül olduğu gibi sonbahar ve yağmur kokan bir sabah, arkadaşlarımıza ve öğretmenlerimize kavuşmanın sevinciyle koşarak döndük okula. Selvi kavaklarının arasından sızan nazlı bir güneşin aydınlattığı okul bahçesinde arkadaşlarımızla hasret giderdik. Yaz tatilinde biriktirdiğimiz coşkulu gülüşlerle sınıfları doldurduk. Ama bizi bekleyen ve yüzümüzü gölgeleyen sürprizi çok geçmeden öğrendik: Sevdiğimiz, şiir okuyan öğretmenimiz yoktu. Tayini çıkmış. Bir burukluk hissettik içimizde.

Meğer haziranda yaptığımız şiir dersi, son dersimizmiş. “Unutursun Mihriban” da bir veda şiiri… Son şiir, ayrılık ve unutmak üzerine olmuş. Zamanın, yaralara en güzel merhem olacağını, hayatta herkesin, her şeyin unutulabileceğini anlatan bir şiir. Gideceğinden söz etmemişti. Kendisi de mi bilmiyor muydu gideceğini yoksa bize mi söylemek istememişti? Bunu hiçbir zaman bilemedik. On bin nüfuslu küçük ilçemize ilk kez farklı bir öğretmen gelmişti. Ve günün birinde gitmişti.

Normal bir tayin miydi yoksa şiir defterine sıra sıra şehirler yazdıran, Çalıkuşu’nun Feride öğretmeni gibi Anadolu’yu dolaştıran ve Behçet Necatigil’in “Evlenmiş, çocukları olmuş bir kız bir oğlan” dizelerini okurken sesini karıncalandıran bir sır mı? Bir yara mı yürekte; hiç durmadan sızlayan, iyileşmeyen? Yoksa bir kaçış mı? Ama kimden? İnsan kendinden kaçabilir mi? Kim azat olabilmiş gönül yaralarından?

Aradan yıllar geçti. Zaman acımasız, lise yıllarına ait bütün anılarımı alıp gitmiş. O yıllardan öğretmenimizin tutturduğu bir bu şiir defteri kalmış elimde. Özenerek yazmışım şiirleri. Kız arkadaşlarımızın henüz defterlerin kenarlarına kuru boya kalemlerle kenar süsü yaptığı güzel yıllardan bir hatıra.

Hayat böyle işte. Yeni öğretmenlerle birlikte biz de unuttuk adını. Ama şiir okuyuşu hâlâ akıllarımızda. Adı, bu küçük ilçede “şiir okuyan öğretmen” olarak kaldı.

Sahi öğretmenim, siz olmasaydınız bu uzak taşra kasabasında nereden bilecektik, acıların, aşkların, hasretlerin her devirde her memlekette aynı olduğunu…

Minnettarım size çünkü bize şiirin, o büyülü dünyanın, kapılarını araladınız. Ve sevgili öğretmenim, lise yıllarıma en güzel armağandınız.