Makale

KURMACA NEYİ KURAR?

KURMACA NEYİ KURAR?

Mehmet Kahraman

Kurmacada bizi büyüleyen şey nedir? Neden kurmaca olduğunu bildiğimiz bir şeyi okuruz? Bu sorular üzerine kafa yorarken on yaşındaki kızımın elinde Yaşlı Ormanın Kitabı’nı gördüm. Ona bu kitabı ben almıştım. Severek okuduğunu görünce sordum: Kitabı sevdiren şey ne? Büyükler bu soruyu kalıplaşmış cümlelerle açıklamaya bayılıyorlar. Oysa bir çocuk içinden geldiği gibi cevaplayabilirdi. Fakat yanıt aşağı yukarı aynı oldu. “Kendimi onun içinde hissettim. Sanki ben başkası oldum.” Sonra ekledi: “Televizyon seyrediyor gibi ama benim istediğim şekilde oluyor. Ben nasıl istersem öyle hayal edebiliyorum.” Başka var mı, diye sıkıştırdım. Bundan sonrası okulda öğretilen, evde kitap okumanın önemi hakkındaki söylenen genel bilgiler, zihnimi kullanmamı sağlıyor, başkasını anlamamı kolaylaştırıyor gibi klasik cümleler.

Kurmaca doğası itibarıyla sözle bizi büyüleyip başka bir hayatın içine çekebiliyor. Peki, bunu nasıl yapıyor?

İnsan, tabiatı gereği hikâye anlatmayı da dinlemeyi de seviyor. Hikâyelerin üzerimizde farkına varamadığımız bir tesiri var. Ayette de diyor ya, “Kıssayı anlat, umulur ki düşünürler.” Elbette kıssalardan hisse alırız ama kıssanın nesi var ki ondan ibret alacağız? Galiba hikâyeler ruhumuzda bilmediğimiz bir çalışma mekanizmasını tetikliyor. Öyle olduğu gerçek; çünkü ne zaman birinin hikâyesini dinlesek anlatan kişinin ruh hâline bürünüyoruz. Yanımızda birisi anlatmaya başladı mı gözlerimiz yaşarıyor, biz de ağlamaya başlıyoruz. Bir anlığına onunla aynı konuma geliyoruz. Bunun gerçek olup olmaması fark etmez ama gerçek gibi anlatılması gerekir. Zihin anlatılanları kendi gerçekliğine oturtup nasıl anlamlandıracağına karar veriyor. Kabul ettiğinde kendi yaşamış gibi tepki gösteriyor.

Yakın zamanda ayna nöronları diye bir şey keşfedildi. Bilim adamları bir maymun beyni üzerinde çalışırken bir şey keşfettiler. Maymunun beyninin hangi işleri yaparken nelerinin aktif olduğu araştırılırken maymunun hiçbir şey yapmadığı bir anda beynin bir bölgesinin aktif olduğu görüldü. Konu incelendiğinde karşısındaki kişi bir şey yediğinde maymunun da o bölgesinin çalıştığı keşfedildi. Bunlar ayna nöronlarıydı. Yani biri sizin karşınızda bir şey yer, içer ya da hareket ederse sizin beyninizin de aynı bölgesi çalışıyor. Gerçekten ilginç. Nasıl ki limon yiyen birini gördüğümüzde ağzımız sulanıyorsa, korku filmi seyrederken de beynimiz aynı sinyalleri gönderiyor. Yıllarca televizyon karşısında ağlayan insanları gördüğümüzde içten içe buna bir anlam veremiyorduk. Duygulanıyor ama açıklamakta güçlük çekiyorduk. Neden diye sorulduğunda, acıklı, hüzünlü, duygusal gibi kelimelerle cevap versek de bizi etkilediğini biliyorduk.

İşte kurmaca da aynı gerekçelerle çalışıyor. Sayfalar üzerinde kelimeleri okusak da zihnimiz onları görüntülere çeviriyor, anlatılan şeylerin aynısını yaşamaya başlıyoruz. Başkasında olmayıp da kurmacada olan bir şey daha var, boşluklar. Kurmaca bize her şeyi söyleyip göstermez. Ana hatlarıyla bir sınır çizer, gerisini zihnimiz tamamlar. Zihin boşlukları sevmez. Bunun en basit örneği bulmaca çözmektir. Bütün kareleri doldurmadan rahat edemezsiniz. Zihin, kurmaca okurken onun uydurma olduğuna kendini ikna ettiği sürece ona inanır. Buna kurmaca anlaşması denir. Yazar da okur da bunun kurmaca olduğunu bilir ve kurmaca sınırları içinde birbiriyle iletişim kurarlar.

Peki, okur kurmacada ne bulur? “Kurmaca hayata en yakın olan şeydir.” der George Eliot. Kurmaca aslında hayatın kendisidir. Okuyan kişi orada hayattan daha fazlasını bulur. İlk bulduğu şey ise kendisidir. On yaşında da böyledir, seksen yaşında da. On yaşındaki kızım sayfaların içinde kendisini bulmuştu. Okuduğu kitap fantastik bir tür ve yazarı da bizim kültürümüzden olmamasına rağmen orada kendisini bulabilmişti. Onun kendisini bulmasıyla benim kendimi bulmam arasında fark olsa da o, hayal dünyasında kendini var ederek yeni bir kişi oluşturmuştu. Bu kişi bir süreliğine dünyadan uzaklaşmış, başka bir coğrafyaya gitmiş, varlığı, yokluğu, arayışı, yaşının ona yüklediği kadarıyla yaşamıştı. Hayal dünyası ona sınırsız bir imkân sunuyordu. Gözleri sözcükleri okusa da gördüğü şey bir rüyadan farksızdı.

Kurmacanın doğası inandırmak üzerine kuruludur. Zihin inanmaya hazırdır, yeter ki onu kandırmayın. Peki, onu nasıl ikna edebiliriz? Kurmaca zaten bir uydurma değil mi? Aklı başında olan herkes bilir ki kurmaca bir uydurma işidir. Bu uydurma meselesini iki yönlü olarak kullanmak lazım. Birincisi yalan olan uydurma, ikincisi birbirine uydurma. Aslında kabaca şöyle söyleyebiliriz: Kurmaca olmayanı uydurma işidir. Yani ikinci tip uydurma işidir. Hikâyeyi hayata uygun olarak anlatmaktır kurmaca.

Okuru kurmacanın içine çeken asli unsur gerçeklik oluşturmasıdır. Gerçeklik kendi içinde sorunlu bir kelime olsa da şunu demek istiyoruz: Zihin bunun gerçek mi yalan mı olduğunu sorgulamamalı. Yani zihne gerçekmiş izlenimi vermeli. Bu yüzden gerçeklik tanımını yeniden gözden geçirmekte fayda var. Gerçek ile gerçeklik aynı kapıya çıkmıyor. Gerçek dediğimizde şu an dünyada yaşanan bir olgudan bahsetmiş oluyoruz; hazır ve nazır olarak bu şey hâlen gerçekleşmeye devam ediyor. Oysa gerçeklik dediğimizde bir şeyin gerçeğe uygunluğundan bahsetmiş oluyoruz. Örnekle söyleyelim isterseniz. Bir yazar tamamen gerçek hayattan alınmış bir olayı metne dökse, bu onun gerçekliği sağladığını göstermez. Bire bir gerçek olay bile olsa kâğıt üzerinde gerçekçi durmayabilir. Oysa fantastik bir olay kurgular da bunu gerçekçi bir şekilde, yani gerçek olduğuna ikna ederek yazarsa zihin bunu gerçek olarak algılar. Mesela, Gregor Samsa’nın bir sabah kalktığında kendini böcek olarak bulması, akla mantığa yatkın değil ama yazar onu gerçeklik zeminine oturtarak pekâlâ gerçekmiş gibi anlatmıştır. Zihnimiz onu saçma olarak algılamaz.

“Kurmacayı tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşama için icat ederiz.” der Carlos Fuentes. Doğum ve ölüm arasında bir çizgide hareket eder insan. Bu kendisidir ve bir tek seçim yapma imkânı vardır. Neyi seçersek seçelim, en iyi ve güzeli seçmiş, mükemmel hayatı yaşıyor olalım; her zaman daha başka, diye sorarız. İnsan fıtraten daha fazlasını isteyendir, bu maddi şeyler için olduğu kadar soyut şeyler için de geçerlidir. Başka şeyler denemek, heyecan duymak, yeni tatlar keşfetmek ister. Kurmaca bunun için en kestirme yoldur. Elinize bir kitap alır, koltuğa uzanır ve kendinizi sayfaların akışına bırakır, zihnin engin dünyasına teslim olursunuz. Size bitmez tükenmez bir deneyim sunar kurmaca. İsterseniz Dede Korkut Hikâyeleriyle Salur Kazan olup aşkın peşinden gidersiniz, isterseniz Yeraltından Notlar’la içi öfkeyle dolu bir adamın yalnızlığına şahit olabilirsiniz.

Başka hayatlar yaşamak hoşumuza gider. Buna başkalarının hayatlarını bilmek de diyebiliriz. Öteki insanlar ne yapıyor, nasıl yaşıyor gibi sorular hep merak edilen şeylerdir. Kurmaca, bu merakın peşinden bizi sürükleyerek o hayatları bize anlatmaz; aksine o hayatları bize yaşatır. Adım adım karaktere bürünerek artık kitabın öznesi hâline geliriz. Kelimeler, cümleler aradan çıkar; sahnenin ortasında buluruz kendimizi. Karakterin yaptığı her şeyi yapmaya başlarız. Salt bir hayali değil birebir gerçeği yaşarız. Bu, bizim kendi gerçekliğimizdir. Okuduğumuz kitaplarda olsun, filmlerde, resimlerde ilk önce kendimizi bulmak isteriz. Sayfalarda bir fanteziyi değil kendimizi yaşarız. Kendimiz tanır ve kendimize dair anlamlar üretiriz. Böylece varlıkla bütünleşebiliriz. Kurmaca bana ötekini tanıma fırsatı sunar ve böylece onu bilerek kendimi konumlamama yardımcı olur.