Makale

AYASOFYA’NIN TARİHÎ SERENCAMI

AYASOFYA’NIN TARİHÎ SERENCAMI

Fatıma Güner

Türk ve İslam medeniyeti için seviye olarak muhteşem güzellikte bir mimariye ve sanata ulaşmış cami medeniyeti de denilebilir. İslam fetihleri ile birlikte Müslüman toplumların ulaştığı yeni toprak ve yaşam alanlarında öncelikli olarak inşa edilen yapıların başında mescit ve camiler gelmektedir. Kültürümüzde camiler, sadece ibadethane olarak inşa edilmemiş, aynı zamanda içerisinde ve bitişiğinde inşa edilen yapılar ile önemli merkezler olarak tasavvur ve tahayyül edilmişlerdir. Camiler, medrese binaları, imaret, hamam vb. çeşitli sosyal yapıları ile bir bütün olarak oluşturulmuşlardır. Bu nedenlerle İslam kültüründe camiler, her zaman değerli ve belirli bir amaca hizmet eden yapılar olmuştur. İnşa edilirken çok kullanışlı olması düşünülmüş, aynı zamanda da dönemin en güzel mimari ve sanat örnekleri olarak planlanmışlardır. Bu anlayış ve incelik tasavvuru neticesinde günümüze ulaşan veya ulaşmayan ve her biri birer şaheser olan camiler; başta Endülüs, Suriye bölgesi ve Kutsal topraklar, Güney Afrika, İran havzası ve Anadolu dâhil olmak üzere muazzam genişlikteki İslam coğrafyasında inşa ve tesis edilmişlerdir.

Tarihimizde İstanbul’un Türk İslam mimarisi açısından gelişip serpilmesi ise 1453 yılında Müslüman Türkler tarafından fethinin ardından gerçekleşmiştir. Osmanlı sultanı II. Mehmet’in o döneme kadar haklı bir üne sahip olan kadim imparatorluk Bizans’ı yenilgiye uğratması ile tüm dünyada siyasi ve dinî dengeler değişmiş oldu. Osmanlı Devleti, yeryüzünün en önemli şehirlerinden biri olan İstanbul’u fethetmiş, Doğu Roma İmparatorluğu’nu inkıraza uğratmış ve kendi imparatorluğunu tesis etmişti. İnsanlık tarihindeki bu büyük dönüşüm, bütün dengeleri değiştirmiş, siyasi, sosyal ve dinî olarak yeni bir dünyayı ve hâkimiyeti esas kılmıştı. Hem bu büyük değişimin bir gereği olarak hem de siyasi ve dinî bir gereklilik olarak Fatih Sultan Mehmet, İstanbul şehrinin en köklü ve büyük kilisesi olan Ayasofya’yı camiye çevirmiş ve vakfetmişti. Böylelikle Bizans’ın siyasi ve dinî gücünün bir ifadesi olan bu büyük kilise artık Osmanlı Devleti’nin siyasi ve dinî gücünün bir sembolü ve temsili olmuştu. Hagia Sophia artık Ayasofya-i Kebir Camii olarak ad almış ve şereflenmişti.

Ayasofya kilisesi ilk olarak IV. yüzyılda ahşap çatılı bir bazilika biçiminde inşa edilmişti. Bu ilk yapı I. Konstantinos’un eseri olarak anılmasına rağmen inşasının nihayete ermesi, oğlu II. Konstantios döneminde gerçekleşmiş ve 15 Şubat 360’ta ibadete açılmıştı. Fakat kadim Ayasofya, Türk fethine kadar birçok kez tahrip edilmiş, ayaklanmalar ve deprem gibi doğal afetler nedeniyle yanmış, yıkılmıştı. Muhtelif Bizans imparatorları döneminde tekrar inşa ve tamir görmüş, ilaveler yapılmış ve yenilenmişti. Ayasofya Kilisesi’nin inşası için farklı dönemlerde başta Suriye olmak üzere uzak coğrafyalardan mermerler ve özel taşlar getirilmişti. Bu inşa ve tamirlerde dönemin ünlü birçok mimarı ve bilim adamı görev almıştı. Ortodoks Hristiyan dünyası için büyük bir öneme sahip olan bu kilise, Osmanlıların İstanbul’u fethine kadar oldukça yıpranmış ve tahrip olmuştu. Nitekim 1402 tarihinde İstanbul’a gelen İspanyol elçisi Clavijo, Ayasofya’nın çok bakımsız ve harap bir vaziyette olduğunu ifade etmiştir. Özellikle İstanbul’un fethinin en önemli tarihî kaynaklarından biri olan Tursun Beğ de eserinde bu hususla ilgili Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’da incelemelerde bulunduğunu ve kubbesine kadar çıkarak yapıyı tetkik ettiğini ifade etmiştir. Bu incelemeler sırasında Sultan’ın yapının harap hâli karşısında hayrete düştüğü bilinmektedir. Nitekim Fatih, fetih sırasında Ayasofya’nın askerler tarafından yağma ve tahrip edilmesini de engellemiş, yapıyı tahrip girişiminde bulunan askerlerini azarlamıştır. Burada ilk namazı kıldıktan sonra camiyi kendi hayratı olarak vakfetmiş, yanına bir medrese inşa ettirmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya’yı camiye çevirip tamir ettirmesinin ardından ilerleyen dönemlerde de başta II. Bayezid ve II. Selim olmak üzere tahta çıkan diğer Osmanlı padişahları da Ayasofya’yı önemsemişler, yeni ilave mekânlar inşa ettirmişlerdir. II. Selim zamanında Ayasofya’nın etrafında bulunan ve yapıya zarar veren evler ortadan kaldırılmış, ayrıca Mimar Sinan tarafından yapının ayakta kalabilmesi için takviye payandaları yapılarak Ayasofya’nın çökmesi önlenmiştir. Bu düşünceden hareketle minareler yapılarak yapı desteklenmiş ve yıkılmasının önüne geçilmiştir. Bizans’tan kalan Hristiyan dinî motifler ve kıymetli sanat eşyaları Osmanlılar tarafından himaye edilmiş ve korunmuştur. Aynı zamanda yapıyı zenginleştirmek ve kıymetini arttırmak için Türk sanat ve mimarisinin önemli örnekleri ile ilaveler yapılmıştır. Ayasofya, cami olarak düzenlenmesinin ardından Müslüman İstanbul halkının vakit namazlarına ve Ramazan aylarında da teravihlere kalabalıklar hâlinde iştirak ettiği bir ibadethane olmuştu. Kadir Geceleri ve bayram namazlarında muazzam kalabalıkların oluştuğu bilinmektedir. Bu gibi özel gecelere padişahlar da katılırlardı.

Fatih Sultan Mehmet’in önemli bir vakfı, İstanbul’un önemli bir sembolü olan Ayasofya Camii, 24 Ekim 1934 tarihinde camilikten çıkarılıp Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlandı ve müzeye dönüştürülmüş oldu. Camiye ait olan çeşitli eşyalar, halılar ve levhalar kaldırıldı. Bu kıymetli cami eşyaları dağıldı ve yok olmaya yüz tuttu.

Ayasofya, sadece Müslüman Türkler için değil yeryüzündeki bütün Müslüman devletler ve toplumlar için oldukça önemliydi. Müslümanlar nezdinde manevi bir değeri vardı ve İstanbul’un fethinin en kıymetli sembolü olarak görülmekteydi. Fethedilene kadar tahayyül ve tasavvur edilen büyük bir idealin nihayetiydi.

1934 yılından itibaren müze olarak kullanılan ve yönetilen Ayasofya, nihayet uzun ve sancılı geçen bir özlemin ardından tekrar ruhuna ve aslına uygun olarak camiye çevrildi, Türk devletinin ve halkının sadece söz değil gerçek sahibi olduğu bir yapı hâline geldi. Bir kez daha zincirlerinden kurtarıldı, Allah seslerinin yankılanacağı ve Müslüman alınların secdeye varacağı mekâna dönüştü.