Makale

VAKFE SÜRELİ, TAVAF SÜREKLİ

VAKFE SÜRELİ, TAVAF SÜREKLİ

Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Gök ateş yağdırmada, yer sıcağını kusmada... Siyah kayalardan oluşmuş dağlar, gri kumlardan oluşmuş düzlükler... Anlayacağınız kuş konmaz, kervan geçmez bir yer... Üç kişi beliriyor ufukta: Bir erkek, bir kadın ve bir bebek. Hz. İbrahim, Hz. Hacer, Hz. İsmail. Kutlu aile tablosu... Bu kutlu aileye, kuş konmaz, kervan geçmez bu mekân tahsis olunmuş. Boyun büküp teslim olmuşlar. Hiçbir bezginlik ve umutsuzluk yok yüzlerinde. Ne yapabilirlerdi ki buyruk Yüksek Yer’dendi. Yüksek Yer’in imtihanı çetin ise de rahmeti boldu. Bunu bilmişler, buna güvenmişlerdi. Getirmişse kullarını buraya, onları susuz ve soluksuz bırakacak değildi ya!

Bırakmadı susuz onları işte nitekim...

İsmail’in çığlığı, Hacer’in evlat şefkatiyle yürek çırpıntısı, titretti dağları ve rahmet fışkırdı yeryüzüne. Yüzyıllardır, yüzbinlerin içtiği ve bitiremediği zemzemdi rahmetin adı... Bu suya bir konak lazımdı. O da oldu. Yüce Allah’ın emriyle inşa olunan dünyanın en eski mabedi Kâbe, Hz. İbrahim’in ve oğlu İsmail’in ellerinde şekil buldu. Son bir hamle, gönüllerin buraya çekilmesi, buranın mamur bir yurt olması içindi. Hz. İbrahim’in duasıydı gönül çeken, kalp titreten, kalıbı harekete geçiren... Duanın bereketi milyonları harekete geçirdi. İnsicam içinde izdiham... Doldu taştı... Adım atacak yer kımıldayacak yan kalmadı.

İlk ne oldu?

Bir kervan, kuşları gördü dönerlerken zemzemin ekseninde. Yolunu değiştirdi, bereketli suya yöneldi. Gelenler, İsmail ailesiyle dost oldu hatta hısım akraba... Bu kadar harekete bir eksen gerekiyordu o da Kâbe oldu. Vahdetin ekseni, birlikteliğin simgesi. Rahmetin bereketi etrafında kuşların dönmesi gibi, dönmekte insanlar yüzyıllardır etrafında.

Sürekli dönmenin adı tavaf oldu. Ancak sürekli dönmek, insanın başını döndürür, enerjisini söndürürdü. Bu kadar sürekliliğe gelemezdi insan. Dayanamazdı ve olduğu yere çökerdi. Arada bir durmalı, güç kazanmalı, kafasını toplamalı, fikir edinip zikre hazırlanmalıydı. Ama Kâbe’nin yanında olmazdı bu. Burada durmak, hareketi sekteye uğratır, mekânı daraltır, izdihamdaki insicamı bozardı. Hareket bir yerde, durmak bir başka yerde olmalıydı. Durmanın yeri Arafat’tı...

Durmak, düşünmekti. Düşünmek; sakinlik, sakinlik hareketten uzaklaşmak, kendi içine kapanmaktı. Öğrenmek de durmayı gerektirirdi. Koşuşturma içinde öğrenme olmazdı. Öğrenmek, durup dinlemekle, gözlemekle olurdu. Arafat adının bilmek anlamındaki irfan ile akraba olması bundandı. Ancak öğrenmek süreli, uygulama sürekli olmalıydı. Durarak mesafe alınmaz, kazanç elde edilmez, hedefe ulaşılmaz. Öyleyse sürekli hareket, arada bir durmak... Senede bir günün belli vakti durmanın adı Arafat’ta vakfeydi.

İşte bu vakfe; durmanın, düşünmenin, fikir azığı edinmenin, zikre hazırlanmanın, zihni beslemenin, yol ve yöntem için kafa yormanın mekânıydı. Orada süreli duran, Kâbe’de sürekli harekete koşardı.

Bu koşma, bir ödevdi. İlahi sınamanın esas kızı ve esas oğlanı insan için. İmtihan dünyasında, kazanç tarlasında, er meydanında, rıza pazarında... Durmadan hareket. Hareketsiz bereket olmazdı zira.

Dünya hayatı zaten iki esas üzerine kurulmuştu: Hareket ve sükûnet. Yeni tabirle devinmek ve durmak... Hayatta ya durursun ya da yürürsün; ya uykuda ya uyanıksın; ya dinlenir ya devinirsin...

Ama hem harekette hem sükûnette riskler vardır. Risk, imtihan dünyasının kaçınılmaz gerçeği. Neydi peki hayattaki risk? Bir kötülükle karşılaşmak, bir zarara sebep olmak. Dururken veya uyurken seni dürten, uyanıkken veya hareket hâlindeyken çelme takan kötülük. Kötülüğün adı şeytan. Cinden de olur insandan da... İnsandan olanı daha bir tehlikeli.

Uyurken değilse de uyanıkken, dururken değilse de hareket hâlindeyken, bilerek veya bilmeyerek bir şeye, bir cana zarar verme ihtimalimiz her zaman oldu. İşte riskin bir başka şekli. İnsan olmanın, eksik ve muhtaç olmanın getirdiği sonuçtu bu. Her şeyi bilmek ve hesap etmek mümkün değil. Zira zaman ve mekân, iki engel, her zaman önümüzde perde...

Yüce Allah ilk insanı yarattığında “Canlı olana dokunma, velev ki bu, hareket etmeyen bir ağaç dahi olsa.” buyurdu, ilk insan Âdem babamıza ve Havva anamıza... “Kötülüğün kaynağı şeytandan da uzak durun o sizin düşmanınız.” diye onları ikaz etti. Ama o şeytan, vesvesesiyle onlara çelme taktı ve yasak ağın üstüne düşürdü. Olan olmuştu. Onlar artık şeytanın mağdurlarıydı.

Çabuk ayıktılar ama. İblis gibi kibirli değillerdi çünkü. Irkçılık belasına, köken sevdasına tutulmamışlardı. Gönüllerini Rahman’a çevirdiler, el açtılar. Çünkü O, yegâne sığınaktı. Artık onlar için İblis’in düşman olduğu tecrübeyle sabitti. O yüzden şeytanı kovmak için Allah ne buyurduysa terk ettiler, Allah’ın emrini baş tacı ettiler ve canlı olana kucak açtılar... Rahman da onları bağışladı ve lütfuyla taltif etti, ilk yaratıldıkları gibi günahsız kıldı.

Ama kötülüğün kaynağı şeytan durmadı, ilk canlının canından bir parça olan ciğerparesi Kabil’in kanına girdi. Kardeş katili etti. Zavallı Kabil de o tuzağa düştü. Ayıkamadı bir türlü. Kendine yazık etti. Karga bile ondan akıllı çıktı. Babasının ve anasının duasını sanki duymamıştı: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’râf, 7/23)

Demek ki, neymiş? Hacda şeytan taşlamak, kötülüğe karşı direnmekmiş. İhrama bürünmekse Allah’ın yarattığına hürmet göstermekmiş. Hayat budur: Anlamaktır, canlı olanın hâlini; hemhâl olmaktır, hemcinsinle... Başkasının üzerinde görmek istediğin saygı elbisesini önce kendin giyinmektir. Kötülere ve kötülüğe karşı direnç ve tavır, paydaşlarına karşı tahammül ve sabır göstermektir...

Anladın mı şimdi? Niçin hacda durup dönüyor, şeytan taşlıyormuşuz. Durmak, hak önünde hazır olmak; dönmek, hak ekseninde devinmek; taş atmak, kötülüğü savmak, ondan uzak durup hakka yakın olmaktır.

Anladım ama bir anlamı daha var. Onu da ben söyleyeyim sen dinle!

-Buyur azizim. Dinlemeye kulağımız, görmeye gözümüz, anlamaya gönlümüz her daim açıktır, elhamdülillah...

Hareket, bulmak ve ermek; durmak, sakınmak ve korunmaktır. Koşmasaydı Hacer, bulur muydu zemzemi? Dursaydı Âdem ve Havva, düşer miydi şeytan tuzağına... Bulmak istiyorsan yürümelisin hatta koşmalısın! Zamanı ve yeri geldiğinde durmasını, fren yapmasını da bilmelisin!

Bu yüzdendir tavafın ilk dört şavtı koşmakla, son üç şavtı yürümekledir. Safa ile Merve arası sa’y yapmak da öyle değil mi? İhramı giyip Arafat’ta duracaksın. Bir kötülüğe bulaşmayacak, bir canlıya ilişmeyeceksin... Yüce Mevla böyle kurmuş dünyayı, nizamatı, kâinatı...

Koşan Hacer’e zemzem, duran Âdem ve Havva’ya rahmet ihsan eylemiş. Hiç durmayan, durmadığı için de düşünemeyen İblis’i de rahmetinden ebediyyen kovmuş... Bize örnek olsunlar diye...

Anlaşılan o ki hareket, bereketi getirir; durmak, belaları def eder...

Hayatın dört dengesi hacda ne güzel özetlenmiş: Yerine göre hareket, yeri geldiğinde sükûnet; canlıya karşı hürmet, kötüye karşı hiddet... Hürmet, merhametle; hiddet, adaletle olmalı. İçindeki kin ve nefret seni adaletten koparmamalı. Adalet, yerli yerince ve yeterince olandır. Ne fazla ne az... Kadrince kararınca. Layıkına, layık olduğu şekilde... Vesselâm...