Makale

AYASOFYA’DA FATİH’İN HUZURUNDA BİR CUMA

AYASOFYA’DA FATİH’İN
HUZURUNDA BİR CUMA

Prof. Dr. Abdürrezzak TEK
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Hicretin 874. (M. 1469) yılı bir cuma günü, güneş tüm parlaklığı ve ışıklarıyla âdeta İstanbul semasını gergef gibi dokumakta, bulutlardan sızan renk cümbüşü havaya ayrı bir lahutilik katmakta iken “Fethin Sultanı” Mehmet Han, maiyetiyle birlikte cuma namazını eda etmek için “fetih hakkı” olarak mescit eylediği Ayasofya’ya gelmişti. Henüz vakit girmemiş olup kürsüde dönemin önemli âlim-sufilerinden Buharalı Molla Ahmed İlahî vaaz vermek üzere hazırlanıyordu. Bu esnada cemaat arasından bir zat kürsünün önüne gelerek selam verdi ve “Ey Molla İlahî, müşkülüm vardır sual ederim, cevap vergil.” deyince Molla İlahî “Müşkülatın arz kıl halledelim ve aklımız erdiği kadar tarik-i cevaba gidelim.” sözleriyle karşılık verdi. Bunun üzerine aralarında soru cevap tarzında şu konuşma gerçekleşti:

Ol şahıs eyitti: “Bu cismani âleme gelmeden evvel kande idin?” Molla İlahî eyitti: “Âlem-i ervahta idim.” Yine ol şahıs eyitti: “Âlem-i ervaha gelmeden evvel kande idin?” Molla İlahî eyitti: “Âlem-i ummanda idim.” Ol şahıs eyitti: “Ya imam, âlem-i umman nicedir, biz onu nice fehmedelim?” Molla İlahî eyitti: “Bu kelâma şöyle cevap veririz ki âlem-i umman âlem-i me‘ânîden ibarettir. Yani cemi mevcudat Allah Teâlâ’nın ilmindeki suretlerden ibarettir.” Ol şahıs eyitti: “Ya imam, şöyle ruşen söylesen ki fehmedebilelim.” Bunun üzerine Molla İlahî bu sorulara varlık mertebelerini lâhut, ceberût, melekût ve nâsut/mülk âlemleri olmak üzere dörtlü tasnife tabi tutarak cevap verdi.

Ardından bu zat “Ya imam, buyurduğunuz kavil üzere âlem birkaç oldu. Ya on sekiz bin âlem niçin derler?” diye sordu. Molla İlahî her bir âlemin kendine ait cüzleriyle birlikte on sekiz bin âlem olduğunu söyledi. Ona göre âlemler, yedi gök, kürsü, arş, dört anasır (ateş, toprak, su ve hava) ve beş varlık mertebesi (lâhut, ceberût, melekût, nâsut ve insan) olmak üzere toplam on sekizdir. Ancak her birinin kendine ait bin kadar cüzü bulunduğundan toplamda on sekiz bin âlem olur.

Ol aziz eyitti ki: “Ya imam, ruhlar ruhanidir; tenezzül edip bu esfel-i safilin âlemine sefer edip gelmelerinden maksut nedir?” Molla İlahî şöyle cevap verdi: “Küçük âlem mesabesindeki insanın esfel-i safiline gönderilişinin sebebi, nefsini arındırıp kemâlini elde etmek suretiyle kendi ilk makamına ulaşmasıdır.”

Bunun üzerine ol aziz eyitti: “Ya imam, âlem-i ulviden gelen kimse geri kendi makamına varır mı, nice olur?” Molla İlahî’nin bu soruya cevabı şöyledir: “Her ruh en düşük mertebe olan bu âleme kendi makamından nüzul etmiştir. Daha sonra beden vasıtasıyla ruhlar kemallerini elde ederek ilk makamlarına ulaşırar. Kendi makamlarına ulaşınca her birinin yükselmesi (urûc) tamamlanır. Nüzul ve urûc tamamlanınca da artık terakki imkânı kalmaz. Şu hâlde her ruhun terakkisi kendi ilk makamına kadardır. Yani müminlerin ruhları birinci gök, âbidlerin ikinci, zahitlerin üçüncü göğe kadar yükselebilir. Diğer taraftan bazı ruhlar kemâllerini tamamlayıp kendi makamlarına ulaşamadıklarından aldanmış ve yolda kalmışlardır.” Molla İlâhi bu hususu şu sözlerle izah eder: “Mesela bir kişinin ruhunu Hak Teâlâ âlem-i ervahta ehl-i velâyetten yaratmıştı, bu âleme geldikte yedi put onu azdırırlar ve kendilere meşgul kıldılar. Say edip kendi mertebesine erişip kâmil olmadı, nakıs kaldı, imdi ol mağbûndur.”

Urûc meselesini kesbî açıdan da değerlendiren Molla İlahî, insanın bu âleme geliş sebebinin, kemâl elde etmesinin yanı sıra mertebeleri kat ederek kendi makamından daha üst bir mertebeye çıkabilme çabası taşıdığını da belirtti. Ona göre süfli âleme gönderilen her ruh temiz bir fıtrat üzere gönderilmiş olup makamı, iman ehlinin mertebesi olan birinci göktür. Dolayısıyla fıtratlarındaki iman ve gayretleri sonucu velilerin makamı olan beşinci göğe kadar urûc edebilirler. Bunu gerçekleştirebilmenin şartı da ilim, ibadet, züht ve takva ehlinden olmaktır.

Buradan hareketle Molla İlahî insanları üç gruba ayırır: Birinci grup, bu âlemde yolcu olduklarını ve kemâl aramak için geldiklerini bilmeyenlerdir; bilmedikleri için de kemâl aramakla meşgul olmazlar. Avamın tutkuları olan yeme içme, cinsî münasebet ve evlat sahibi olma arzusu onları aldatmıştır. İkinci gruptakiler, süfli âlemde misafir olduklarını ve kemal aramaya geldiklerini bilirler ama bu maksadı gerçekleştirmekle meşgul olmazlar. Dışını süsleme, mal ve makam sevgisi onları kemallerini aramaktan alıkoymuştur. Bütün bunlar insan için birer put hükmündedir. Bunların dışında nefsi sevme tutkusu vardır ki bu en büyük puttur. Sözü edilen bütün tutkular, nefs-i emmârenin vasıtasıyla varlıklarını sürdürürler ve hepsi giderilebilir. Ancak nefis sevgisini kırmak oldukça zordur. Üçüncü gruptakiler ise bu âlemde yolcu olduklarını ve tahsil-i kemal elde etmek için geldiklerini bilirler. Bunlardan bazısı kemale ermiş olup başkalarını kemale erdirmekle meşguldür; bazıları da kemallerini elde ettikten sonra kendileriyle meşgul olurlar.

Sonra ol aziz eyitti: “Ya imam, melâike ki ulvidir, onların dahi terakkisi var mıdır, yoksa heman terakki ve tenezzül insanda mıdır?” Molla İlahî, ulvi âleme ait melekler ile makamı süfli âlem olan hayvanların terakkilerinin mümkün olup olmadığı sorusuna şöyle cevap verdi: Ulvi âlemin fertlerinin her birinin kendine mahsus bir mertebesi vardır; sahip oldukları sureti bırakmaz ve başka bir surete bürünmezler. Her birinin bir işi olup daima bununla meşguldürler. İlim ve amelleri artıp eksilmez. Bu nedenle bulundukları makamdan bir alt makama inmedikleri gibi bir üst mertebeye de yükselmezler. Öte yandan süfli âleme mahsus olan hayvanların da ulvi âleme terakkileri mümkün değildir. Zira ulvi âlem temiz olanların makamıdır: “İnsan mürekkeptir, nurdan ve zulmetten. Ve melâikenin ve behâimenin birer âlemi vardır, artuk değil. Amma insanın iki âlemi vardır: Birisi âlem-i mülktür beden itibarıyla ve birisi, âlem-i melekûttur ruh itibarıyla. Hak Teâlâ melâikeyi akıl sahibi ama şehvetsiz, behâimi şehvet sahibi ama akılsız, insanı da hem akıl hem de şehvet sahibi olarak yarattı. Pes, ol kişinin ki aklı, şehvet ve nefis üzere galip oldu ise melekten üstündür. Ve eğer nefsi ve şehveti, aklı üzere galip oldu ise behâim ondan üstündür.”

Ardından ol aziz eyitti: “Ya imam, Resul’ü tasdik kılmayanların ruhları âlem-i ulviye yol bulmadı, onların hâli ne olur?” Molla İlahî bu soruya, iman ehli olmayanların ruhlarının hangi mertebeden inmiş olursa olsun âlem-i anasırda kalacağını söyleyerek cevap verdi: “Onlara göklerin kapısı açılmaz, dahi cennete giremezler. Pes ol âdemler ki tasdîk-i enbiya kılmadılar eğerçi surette âdemdir, veli me‘ânîde behâimden kemdir. Zira behâim nitekim âlem-i ulviye varmaz ol dahi varmaz behâim gibidir. Belki daha ednadır. Zira behâim muazzep olmaz ama onlar muazzep olurlar.”

Ayasofya’nın minarelerinden ezanlar okunmaya başlayınca soru soran zat “Ey İmam, barekallah amelin ve ilmin ziyade ola.” duasıyla selam vererek gerisin geriye çekilip safların arasında kayboldu. Hem cemaat hem de padişah Molla İlahî ile ona soru soran zat arasındaki bu konuşmayı dikkatlice dinlemişler ve sohbetten hayli memnun kalmışlardı. Sultan Mehmet soru soran zatın kim olduğunun araştırılmasını istemiş ancak aradığı cevabı bulamamıştı. Namazın ardından Molla İlahî ile bir araya gelince “Ol arif kimdi, onun gibi elfaz ve ibare söyleyen kimse görmedik?” diye sordu. Molla İlahî “Sultanım, ol aziz arif bir zat olup belki de Hızır aleyhisselam idi ki gelip bizimle bu kadar mükâleme kıldı gitti.” cevabını verdi. Ayasofya’da konuşulanlar padişahın zihninde farklı sorulara kapı aralamıştı. Molla İlahî’yi saraya davet etti ve sarayın ileri gelenlerinin de katıldığı bir ziyafet tertip etti. Yemeğin ardından Molla İlahî’den ilahi isimlerin hakikatlerini anlatmasını isteyerek: “Ey ulemanın seyyidi, hazret-i âliyyenizden temenni budur ki Esmaü’l-Hüsna’nın şerhinden ayan ve ilm-i tevhitten bir şemme-i beyan kılasız, ta ki hakikat ilminden dil ü can ile haz edelim ve râh-ı hakikat nedir akl-ı idrakimiz yettikçe fehm kılalım.” dedi.

Molla İlahî, padişahın bu isteği üzerine ilahi isimleri delalet ettikleri hakikatleri bakımından zât, sıfat ve fiili olmak üzere üçe ayırarak izah etti. Buna göre zât isimleri, sıfat isimlerinden, sıfat isimleri de fiil isimlerinden üstündür; Allah ismi ise uluhiyet ve azamete delalet etmesi hasebiyle en büyük isimdir (ism-i azam). Örneğin rahmete delâlet etmesi hasebiyle Rahman ismi, her ne kadar yüce isimlerden olsa da Allah ismi uluhiyet ve azamete delalet ettiğinden Rahman isminden daha üstündür. Yine diğer isimlerden bir harf eksildiğinde anlamları bozulurken Allah isminden bir harf eksilse manası değişmez. Zira bu ismin her bir harfi yine O’na işaret etmektedir: “Allah isminden elif hazfetsek “lillâh” kalır. Ve bir lâmın dahi hazf etsek “lehû” kalır ve bir lâmın dahi hazfetsek “Hû” kalır. İmdi isim-i azam Hû’dur. Bu delillerle Allah ismi, ism-i azam oldu. Ve onunla dua kılmak karin-i icabet oldu. Her hacet Allah adıyla biter, zira Allah ism-i zât ve müstecmi‘-i cemi-i sıfattır. Ve ehlullah ne talep ederlerse Allah ismiyle talep ederler. Ashab-ı yemin olan âbidler, zahitler, ebrâr, ahyâr, ulema, sulehâ ve müminlerin hacetleri olsa mesela sıfat ve fiil isimleriyle dua ederler. Mesela Allah Teâlâ’dan rızık talep etseler “Ya Rezzâk” derler. Fetih talep etseler “Ya Fettâh” derler, atâ talep etseler “Ya Vehhâb” derler, gufran talep etseler “Ya Gaffâr” derler, düşmana fırsat talep etseler “Ya Kahhâr” derler, ayıplar örtülmek talep etseler “Ya Settâr” derler, rahmet talep eyleseler “Ya Rahmân” derler. Buna göre harf-i nidâ katıp münacat ederler, murat bulurlar. Amma ashab-ı şimal ki, füccâr ve küffar ve cühhâl ve eşrârdır, onlar bu devletten bî-nasîblerdir. Zira onlar kul olup hacetlerinin adın çağırmadılar, bunca muratlardan mahrum kaldılar.”

Yine padişahın sorusu üzerine Molla İlahî, insanın hakikatini izah ederken onu küçük âlem-büyük âlem benzerliği çerçevesinde değerlendirmiş, kevnî ve ferdî olmak üzere iki ayrı düzeyde ele almıştı. Kevnî düzeyde insan diğer tüm yaratılmışların aksine minyatür bir biçimde bütün ilahi isimleri kendinde izhar eder ve bu bakımdan ilahi isimleri olduğu gibi yansıtabilen mucizevi bir aynadır. Dolayısıyla Hakk’ın en mükemmel biçimde tecelli ettiği varlık kemale ulaşan insandır (insan-ı kâmil). İkinci düzeyde ise ferde delalet eden insanların hepsi eşit anlamda kâmil olmayıp aralarında birtakım dereceler bulunmaktadır. Buradan hareketle Molla İlahî, ferdî düzeydeki insanın en temel gayesinin kemâl mertebesine ulaşmak olması gerektiğine işaret ederek şu tavsiyede bulundu: “Ey tâlib! İsbât-ı Zât-ı Hakk’a gaibte iman getir ve her ne ki sana emir olundu ise yerine yetür, cehdet ta akıbet gaybet huzura gele, şehadet aynî ola. Onda dahi kalma cehdet, feyyâzda buhl yoktur. Sen bir kadem varırsın Ol on kadem ileri gelir. Eğer derkâr olup ömrünü zayi eylemezsen, tiz ola ki tezkiye-i nefs hâsıl edip tasfiye-i kalp ve tecelli-i ruh sır kılıp zülümât-ı dalaletten envâr-ı hidayete yetişesin.” (Ayrıntılı bilgi ve kaynak için bkz: Abdurrezzak Tek, Molla [Ahmed] İlahî’nin Ayasofya Camii’nde Fatih’in Huzurunda Tasavvufa Dair Yaptığı Konuşmalar, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 15, sayı 1, s. 285-305, 2006.)