Makale

Prof. Dr. Mehmet İPŞİRLİ: “Ayasofya, içerisinde Allah’ın adının anılması için yapılmış bir mabettir.”

Prof. Dr. Mehmet İPŞİRLİ:

“Ayasofya, içerisinde Allah’ın adının anılması için yapılmış bir mabettir.”

Söyleşi

Mahir KILINÇ

Tarihinde üç kez yapılıp pek çok kez yıkılan ve çeşitli tabiat olaylarına maruz kalan Ayasofya’nın hem dünya hem de Türk tarihi açısından öneminden kısaca söz edebilir misiniz?

Kadim dönemlerden modern çağlara kadar konumunu, büyüklüğünü, görkemini koruyarak gelen birkaç eser varsa şüphesiz Ayasofya kadimliği ve ihtişamı ile onların başında gelen bir dünya şaheseridir. Ayasofya, İslamiyet’in henüz gelmediği, Hristiyan akait ve ahkâmının bazı tahrifata rağmen hâlâ geçerli olduğu bir dönemde yani 537 yılında tamamlanmıştır.

Eser, tamamlandığı tarihten itibaren hep ilgi odağı olmuş; hakkında çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Bizans, Osmanlı ve hatta Cumhuriyet Dönemi’nde Ayasofya ile ilgili çok zengin bir literatür oluşmuş; tarihi, mimarisi, estetiği, menkıbeleri, efsaneleri üzerine eserler yazılmıştır. Osmanlı Dönemi’nde fetihten hemen sonra Fatih devri ve İstanbul tarihi üzerine yazılan eserlerde Ayasofya’ya geniş yer verilmiştir. Mesela XVI. yüzyılda İdris-i Bidlisi Heşt Bihişt’te, Kemalpaşazade Tevarih-i Âl-i Osman’da, Hoca Sadeddin Efendi Tâcüttevârîh’te ve Mustafa Âlî Künhü’l-ahbar’da Ayasofya hakkında dikkate değer önemli bilgiler vermişlerdir. Bu bilgiler sadece Osmanlı Dönemi’ne dair olmayıp Bizans Dönemi’ndeki tarihi, kurucusu, tamiratı hususundaki bilgileri de ihtiva etmektedir.

Burada, bir örnek olmak üzere Heşt Behişt’te ve oradan istifade ile Tâcüttevarih’te yer alan binanın kuruluşu ve kurucusu Jüstinyanus hakkındaki bilgileri kısaca bir misal olarak nakletmek isterim. Bu misal Osmanlı tarihçilerinin nasıl dar görüşten uzak, nasıl kucaklayıcı, evrensel bir yaklaşıma sahip olduğunu göstermektedir. Osmanlı tarihçileri, bu bilgileri eski muteber Yahudi ve Hristiyan kaynaklarından derlediklerini söylemektedir.

Bizans’ta ateşperestliğin rağbet görüp giderek yayılmaya başladığı bir sırada dindar bir Hristiyan olan ve bu duruma üzülen Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Jüstinyanus (MS. 527-565) bir rüya görür. İmparator uyanınca derhâl mimarını huzuruna davet eder, aynı rüyayı mimarı da görmüştür ve unutmamak için sabahleyin kalkınca yaptığı çizimi imparatora gösterir. Jüstinyanus’un rüyasında gördüğü çizim ile mimarın çizimi arasında bir farklılık yoktur. Jüstinyanus Ayasofya’nın inşası için büyük bir hazine ayırır; imparatorluğun her yerinden mermer, demir, kireç ve kumun getirilmesini ayrıca harap olmuş kadim mabet ve saraylardaki sütunların, kıymetli mermerlerin Ayasofya’da kullanılmak üzere Kostantiniyye’ye naklini emreder. Sonunda da 15100 kişinin çalıştığı Ayasofya’nın inşaatı tamamlanır.

İstanbul’un fethi ile Müslüman mabedi olan Ayasofya Camii âdeta fethin sembolü hâline gelmiştir. Ayasofya’nın bu sembolik anlamından söz edebilir misiniz?

İslam hukukuna göre bir ülkenin ve şehrin fethinde üç safhalı bir uygulama vardı. Osmanlı Dönemi’nde bunun onlarca örneği bulunmaktadır. Önce İslam’ı kabul teklif edilir; bu, kabul edilmediği takdirde kendi dinlerinde kalarak zimmi statüsü ile İslam ülkesi vatandaşı olmaları teklif edilir; bunu da kabul etmezlerse savaş kaçınılmaz olur. İstanbul, savaşla fethedildi ve Ayasofya, fethin sembolü olarak camiye tahvil edildi.

Fatih, İstanbul’u fethetmekle Doğu Roma İmparatorluğu’nun bin yıllık başkentini aldığı gibi aynı zamanda Ortodoks Hristiyanlığının merkezini de kendi himayesi altına almış oldu. Fatih, bu zafer için “Cihad-ı asgarı tamamladık, sıra cihad-ı ekbere geldi.” derken harap olmuş şehrin imar ve iskânı, daha da önemlisi bu şehrin bir Türk-İslam şehri kimliğini kazanması için ciddi çalışmaların yapılması gerektiğini söylemek istiyordu. İstanbul’un kalbi ise Ayasofya idi ve Fatih’in nazarında o, bir Kızıl Elma idi. Şehre girince önce Ayasofya’yı ziyaret etti. Hakkında çok şey dinlediği, bildiği ancak görmediği bu ulu mabedi dikkatlice ve hayranlıkla seyretti. Harap hâline ihmal edilmiş olmasına çok üzüldü. O sırada yanında bulunan dönemin ünlü tarihçisi Tursun Bey, Fatih’in dudaklarından:

Perde-dârî mî-kuned der tâk-ı Kisrâ ankebût

Bûm nevbet mî-zened der kal‘a-i Efrasiyâb

(Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor. Baykuş, Efrasiyâb’ın kalesinde nevbet vuruyor.) beytinin döküldüğüne bizzat şahit olduğunu yazıyor.

Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’yı camiye dönüştürdü. Bundan sonraki süreci anlatabilir misiniz?

Fatih, İslam geleneğine uygun olarak şehrin en büyük mabedi olan Ayasofya’yı fetih hakkı ve sembolü olarak vakıf statüsü ile camiye çeviriyor. Buraya zengin gelirler getirecek dükkân, ev, han, arazi vakfediyor. Fatih, Ayasofya’yı külliyeye dönüştürerek başta medrese olmak üzere buraya birçok hizmet binası yaptırıyor. Böylece Ayasofya, Türk-İslam geleneğine uygun İstanbul’un ilk külliyesi oluyor. Unutmayalım ki Fatih Sultan Mehmet, XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar dört yüz sene Osmanlı hanedanının ikametgâhı olan, başta Divan-ı Hümayun olmak üzere devlet idaresinin ve dairelerin yer aldığı sarayını Ayasofya’nın yanına yaptırmıştır.

Ayasofya’yı konuşurken altını çizerek iki temel ilkenin üzerinde durmak ve belirtmek gerekir: Birincisi Ayasofya, içerisinde Allah’ın adının anılması için yapılmış bir mabettir. Bunun dışında hiçbir maksatla kullanılmaması gerekir. İkincisi de burası bir vakıf eserdir. Vakıf konusunda hukukçuların ısrarla belirttiği temel bir anlayış ve ilke “Şart-ı vakıf nass-ı Bârî gibidir.” Yani vakıf kuran erkek veya kadının hukuka uygun olarak koyduğu vakıf şartları Allah’ın emri gibidir. Vakfa, bu saygı ve riayet gösterilirse vakıflar gelişir, sayıları artar. Ayrıca vakıf, tahsis edildiği amacın dışında kullanılırsa kimse vakıf yapmak istemez.

Fetihten sonra Osmanlı Devleti Ayasofya’ya nasıl bir anlam atfetti? Sonrasında gerek mimari gerekse kültürel açıdan neler yapıldığını anlatabilir misiniz?

Ayasofya, Osmanlı Devleti’nde bir saltanat cami-i kebiri olarak önemli merasimlerin yapıldığı yerdir. Osmanlı’da meclise ve bakanlar kuruluna tekabül eden Divan-ı Hümayun’un üyeleri, yani sadrazam, vezirler, kazaskerler, defterdarlar nişancı ve divan görevlileri sabah namazını Ayasofya’da kıldıktan sonra hemen karşısında bulunan Bab-ı Hümayun’un önüne gelir, burada yapılan görkemli bir dinî merasimden sonra sarayın ikinci avlusunda yer alan Divan-ı Hümayun’da güneşin doğması ile toplantılarına başlarlardı. Birçok saltanat merasimi Ayasofya’da icra edilirdi.

Osmanlı padişahları, “cuma selamlığı” denilen bir merasimle cuma namazını yakınlığı sebebiyle zaman zaman Ayasofya’da kılarlardı. Bir saltanat geleneği olarak padişahlar Mevlit, Berat ve bilhassa Kadir Geceleri, Ayasofya’da geç saatlere kadar kalırlar, İstanbul halkı da böyle hususi gecelerde bir ayrıcalık olarak Ayasofya’ya akın ederdi. Nitekim Evliya Çelebi’nin Seyahatname’de anlattığına göre bir Kadir Gecesi’nde Ayasofya’da çok güzel sesiyle aşr-ı şerif okuması üzerine Sultan IV. Murad’ın dikkatini çekmiş, kim olduğunu öğrendikten sonra Evliya Çelebi’nin Enderun-ı Hümayun’a alınmasını emretmiştir. Evliya Çelebi, bu sayede padişah musahipliğine kadar yükselmiş; 40 yıldan fazla süren seyahatlerinde devlet desteğine mazhar olmuştur.

Osmanlı padişahları ve hanedan mensupları için Mekke, Medine, Kudüs ve Ayasofya’ya hizmet bir saltanat şiarı idi. Sadece Fatih Sultan Mehmet’in değil hemen hemen her Osmanlı padişahının nazarında Ayasofya’nın müstesna bir veri vardı. Ayasofya Medresesi, en yüksek seviyeli, yevmi altmış akçeli medrese idi. İlk olarak Molla Hüsrev, arkasından matematik ve astronomi âlimi Ali Kuşçu buraya müderris olarak tayin edilmiş, daha sonra da şeyhülislamlar, kazaskerler emekli olduktan sonra Ayasofya Medresesi ve Süleymaniye Darü’l-hadisinde dersler vermeyi büyük bir şeref ve itibar olarak değerlendirmişlerdir. Böylesine yüksek bir hatırası olan bir ilim yuvası, maalesef 1936’da yıktırılmıştır. Sultan I. Mahmud Ayasofya’da bir kısmı Topkapı Sarayı Kütüphanesine ait çok kıymetli eserlerden oluşan bir kütüphane kurmuştur.

Osmanlı Dönemi’nde İstanbul’daki Venedik, Fransız, İngiliz, Hollanda, Avusturya, Rus elçileri, konsolosları, yabancı seyyahlar Ayasofya’ya çok yoğun ilgi göstermişler; hatırat ve seyahatnamelerinde intibalarını, gözlemlerini yazmışlardır.

Halkımızın uzun bir süredir beklediği bu kararla birlikte biz vatandaşlara bundan sonrası için düşen görevler nelerdir?

Ayasofya bir mabettir ve bir vakıf eseridir. Ayasofya, İstanbul’u fetheden, sadece fetihle kalmayıp gerçekleştirdiği imar ve iskân siyaseti ile bu şehre Türk ve İslam kimliği kazandıran Fatih Sultan Mehmet’in bizlere cami olarak emanet ettiği, fethin sembolü bir şaheserdir. Ön yargılardan ve bazı saplantılardan sıyrılarak soğukkanlı bir şekilde düşününce Ayasofya’nın cami olarak yeniden ibadete açılması herkesin memnun olacağı bir karardır, emeği geçenleri kutlamak gerekir. O bir dünya mirasıdır, bütün insanlığın ortak değeridir. Yüzyıllarca bütün dinlere, dillere, mabetlere büyük saygı gösteren, onları yıkmak yok etmek bir tarafa yıkılmasına, yok edilmesine katiyen izin vermeyen milletimizin Ayasofya’yı bütün insanlık adına en güzel şekilde koruyacağında hiç şüphe yoktur.

Öz Geçmiş

Prof. Dr. Mehmet İpşirli, 1944 yılında Kayseri’de doğdu. 1967 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünden, 1970 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyet Tarihi Anabilim Dalından mezun oldu. 1971-1976 yılları arasında Edinburgh Üniversitesinde master ve doktorasını tamamladı. 1976’da mezun olduğu anabilim dalında asistan olarak göreve başladı. 1982’de “Osmanlı İmparatorluğunda Kadıaskerlik Müessesesi” adlı tezle doçentliğe, 1988 yılında “Diplomatik Açıdan Mahzar” adlı çalışmasıyla da profesörlüğe yükseldi. 1990 yılında Amerika’da, 1991 yılında da İngiltere’de arşiv ve kütüphanelerde araştırmalarda bulundu. 1994-1997 akademik yılında Kuala Lumpur’da International Indtitute of Islamic Thought and Civilization’da iki yıl süreyle araştırma yaptı, dersler verdi ve tezler yönetti. 1983-2016 yılları arasında TDV İslam Ansiklopedisi’ne Türk Tarihi ve Medeniyeti İlim Heyetinde çalıştı ayrıca alanlarında 192 madde telif ederek katkıda bulundu. “Osmanlı idare tarihi, kurumlar tarihi, tarih yazıcılığı, Osmanlı’da entelektüel hayat” alanlarında makaleler yazdı, uluslararası kongrelerde tebliğler verdi. Türk Tarih Kurumu şeref üyesi olan Prof. İpşirli, hâlen İstanbul Medipol Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler bölümünde görev yapmaktadır.