Makale

SANATA DÖNÜŞEN MÜHÜR: TUĞRA

SANATA DÖNÜŞEN MÜHÜR: TUĞRA

Esma Türkseven

Oğuz hakanlarının hâkimiyet sembolü olarak ok ve yay şeklinde kullanılan tuğra, daha sonra Osmanlı hükümdarlarının imzasına dönüşmüştür. Köken olarak Osmanlıdan önceye dayansa da benzerleri daha eski Türk devletlerinin belgelerinde kullanılsa da Osmanlı tuğralarının kendilerinden öncekilerle isim benzerliği dışında ortak yönü pek yoktur.

Tuğranın hazırlanışı “çekmek” fiili ile ifade edilir. Ferman, berat, name-i hümayun gibi padişaha ait belgelere çekilen tuğra, Osmanlı padişahlarının nişan ve yazılı alameti, bir nevi imzası olmasının yanı sıra imparatorluğun da bir sembolü, arması, devletin varlığının bir göstergesi olmuştur.

Önceleri ok ve yay sembolleriyle ifade edilen tuğralar, zamanla ileri düzeyde gelişme göstermiş ve sanat eserine dönüşmüştür. Osmanlılarda Orhan Gazi’den Sultan Vahdettin’e kadar tekrarlanan ve değişen parçalarla tuğralar estetik bir evrim geçirmiştir ve bu hâliyle tam Osmanlı tuğra serisi, bir sanatın tarihinin 600 yıllık film şeridi gibidir.

Osmanlılarda ilk tuğra, 1324’te Orhan Gazi tarafından verilmiş bir vakfiye üzerinde görülür. Tuğradaki Orhan ve Osman kelimelerinin yazılış şekli, kendinden sonra gelenlerin iskeletini oluşturmuştur. Yıldırım Bayezid tuğralarında baba adına han unvanı eklenmeye başlanmış; bu uygulama, han kelimesinin I. Mahmud’dan itibaren babadan alınıp padişah adına eklenmesiyle sürdürülmüştür. Tuğralara, I. Murad’la “muzaffer dâimâ”, Fâtih Sultan Mehmed’le “el-muzaffer dâimâ” şeklinde dua cümlesi ilave edilmiştir. “Şah” unvanı, Yavuz Sultan Selim’le kullanılmaya başlanmış (Selîm Şah b. Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ), Kanuni Sultan Süleyman, tuğralarında bu unvana “babası” kelimesini de eklemiştir (Süleyman Şah b. Selîm Şah Han el-muzaffer dâimâ). Şah unvanı, II. Mahmud’a kadar (III. Mehmed dışında) tahta geçen bütün padişahlar için kullanılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde padişahın tuğrasını çekmekle vazifeli yüksek dereceli memura “nişancı, tuğraî, tevkīî, muvakkī‘” adı verilir, tuğra çekme sanatının öğrenilmesine “meşk-i tuğrâ” denilirdi. 18. yy.’dan itibaren sanat niteliği ağır basan tuğraların meşki, Dîvân-ı Hümâyun’da sürdürüldü. Nişancılık ilga edildikten sonra 1922 yılına kadar tuğra çekenlere “tuğrakeş” denilmesi âdet olmuştur.

Tezhipli tuğralar önceden hazırlanıp sayısı resmen belirlenir, senet karşılığında hazineye teslim edilirdi. Kullanılacağı zaman yine senetle alınır, fermanın baş tarafına yapıştırılır ve nişancı her iki kâğıda taşacak şekilde “sahhü’l-vasl” yazarak bu birleşmenin doğruluğunu beyan ederdi.

Tuğralar, çok değişik yerlerde kullanılmakla beraber asıl padişah tuğraları yalnız resmî evrak üzerinde bulunan ve devletin bu işle görevlendirdiği kimseler tarafından çekilmiş olanlarıdır. Bunların dışındakilerin pek çoğu hatta süs olarak tablo şeklinde yapılmış padişah tuğralarının bile büyük bir kısmı, hattatın kendi zevkine göre değişikliklere uğramıştır. Bazılarında metin bile farklıdır. Binalarda, metin ve istif bakımından böyle değişik tuğralara çok rastlanır.

Önceleri ferman, berat, hüküm, mülkname, vakfiye gibi resmî evrakların üzerine çekilen tuğra, daha sonraları para, defterhane defter ve kayıtları başında ve nihayet bir hanedan arması gibi bayraklar, pullar, resmî abideler, harp gemileri ve binalarda kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ülkenin her yanı padişahın mülkü, imparatorluk sınırları içerisindeki şahsi mülkler de padişahın bir ihsanı olarak bilindiğinden arazi ve binalara ait tapu senetleri üzerinde, onu ihsan eden Osmanlı padişahının tuğrası bulunurdu (İsmet Binark, Osmanlı Padişahlarının Mühür ve Tuğraları, Önasya, C.V, S. L, İstanbul 1970, s.6).

Tuğranın kâğıt ve madenî paralar dışında kitabelerde kullanılması, padişahlar arasında tek tuğrakeş olan ve on tuğradan meydana gelen bir murakka’-ı hâs (padişaha has albüm) bırakan III. Ahmed’le başlamış, 18. yüzyıldan itibaren gelenek hâlini almıştır. Tuğralı kitabe âdetinin ilk örneği, Büyük Bend’in (III. Sultan Ahmed Bendi) 1723 tarihli tamir kitabesidir.

Tuğranın Bölümleri

Sere (Kürsü): Tuğranın alt tarafında bulunan ve asıl metnin yani padişahın ve babasının adıyla şah, han ve el-muzaffer daima kelimelerinin yazılı olduğu kısmın adıdır. Fatih Sultan Mehmet’in tuğralarında oluşmaya başlamıştır. Önceleri dikdörtgene yakın bir şekli olan sere, II. Selim zamanında üstü daralarak üçgene benzer bir hâle gelmiş, daha sonra kaidesi yuvarlaklaşmış, son şeklini II. Mahmut tuğraları ile almıştır

Beyzeler: Kelime anlamı yumurtadır. Nun (Ê) harflerinin meydana getirdiği kavisli çizgiler, şekil olarak yumurtayı andırdığından böyle adlandırılmış olduğu düşünülmektedir. Tuğranın sol tarafında bulunan ve genellikle “han” ve “bin” kelimelerinin teşkil edildiği, iç içe iki kavisli çizginin adıdır. Bu çizgilerden içtekine iç beyze, dıştakine dış beyze denir.

Tuğlar: Tuğranın üstünde bulunan, elif ( ± ) şeklindeki yan yana üç dikey çizgiye denir. Bu tuğlar, müstakil eliflerle teşkil edebileceği gibi, zı (ÿ ) ve lam () harflerinin bacakları ile de elde edilebilir. Emir Süleyman (Yıldırım Bayezid’in ikinci oğlu) hariç Osmanlı padişah tuğralarının hepsi de üç tuğludur. Bu tuğlara tuğranın elifleri de denir.

Kollar (hançere): Beyzelerin devamı olup, “el-muzaffer” kelimesinin üzerinden tuğları keserek sağa doğru paralel bir şekilde uzanan iki çizgiye denir.

Zülfeler: Tuğlara yukarıdan bitişik olup aşağıya doğru sarkan kavisli çizgilere denir (Zarif Orgun, Tuğra ve Tuğralarda el-Muzaffer Daima Duası ve Şah Ünvanı, Şehzade Tuğraları, Mehmet II’nin Tuğra, İmza ve Mühürleri, Türk Arkeologya ve Etnoğrafya Dergisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1949, s.219).

Tuğrada Tezyinat

Osmanlı Devleti’nin erken döneminde tuğra, estetik açıdan sadece kaligrafisiyle dikkati çekmekte, ilk tuğra örneklerinde herhangi bir süslemeye rastlanmamaktadır. Sonraki dönemlerde, sadece bir imza olmaktan çıkıp devletin egemenliğini sembolize eden bir hüviyet kazanmış, kendine özgü detaylar ve kompozisyon özellikleri ile sanat eserine dönüşmüştür. Bilhassa XV. asrın sonlarından başlayarak âdeta tezyinî bir mahiyet kazanmış, harflerin araları, çoğu zaman da üst tarafı gelin duvağı gibi bezenmiştir. Önemli şahıslara gönderilecek belgelerin tuğralarına ise ayrı bir özen gösterilmiştir.

XVI. yüzyılın tuğralı belgelerindeki bu görkem, tuğranın biçim ve yapısındaki estetik noksanlığı gizlemeye yaramıştır. Tezyinatta gerileme başlayınca tuğralardaki kusurlar ortaya çıkmış, XVIII. yy’da tezhipsiz olarak çekilen tuğralarda eski cazibe ve zarafet de kalmamıştır. Aynı yüzyılda tuğraya bir ölçü getirme çabası gözlense de bu çabalar tuğranın ahengini sağlamaya yetmemiştir.

XIX. asrın ilk yıllarında “hat sanatının inkılapçısı” olarak anılan hattat Mustafa Râkım Efendi, tuğra üzerinde hat, istif ve şekil değişikliği yapmış, tuğrayı teşkil eden harfleri kendi zevkine göre ıslah ederek güzelleştirmiş, harflerin taksimatını ustaca gerçekleştirmiştir.

Râkım Efendi, II. Mahmud padişah olunca onun yazı hocası olmuş, padişahı iyi bir hattat olarak yetiştirmiştir. Kendisine ayrıca sikke-i hümâyun ve tuğra tanzimi görevi verilmiştir.

Mustafa Râkım’ın en güzeli arama gayreti, II. Mahmud namına çektiği tuğralarda hissedilir biçimde görülmüş, tuğraları 1815 yılından itibaren tekâmülün zirvesine ulaşmıştır. Topkapı Sarayı’nın giriş kapısı üzerinde yer alan 1815 tarihli II. Mahmud tuğrası, bunun en açık örneklerindendir.

Mustafa Râkım’la birlikte eski tarz tuğra kalkmış, yazıdaki estetiğin artmasıyla harf aralarına ve üstüne tezhip yapılmasına da artık gerek kalmamıştır.

Hat sanatı bakımından en fazla estetik güce sahip olan tuğranın, Mustafa Râkım Efendi’nin izini takip eden hattat Sâmi Efendi’nin 1905’te çektiği II. Abdülhamid tuğrası olduğu kabul edilir. Uğur Derman, bu tuğrayı “tuğraların padişahı” olarak nitelendirmektedir (Uğur Derman, Tuğralarda Estetik, İlgi Mecmuası, 1982, sayı:33, s. 16-24).

Tuğralı Belgelerde Kullanılan Malzemeler

Eskiden üretilen kâğıtlar, bugün kullanılanlar gibi parlak yüzeyli değildi. Üzerine yazı yazılmadan önce boyama, aharlama ve mühreleme gibi işlemlerden geçirilirdi. Kâğıt boyamak için genellikle bitkilerden faydalanılırdı. Renk veren bitki suda kaynatılır, renklenen su tekneye boşaltılır, kâğıtlar içine batırılırdı.

Kâğıtların pürüzlü yüzeylerini kolay yazılabilir hâle getirmek amacıyla kâğıtların üzerine koruyucu bir tabaka sürülür, buna da ahar denirdi. Aharlanan kâğıtlar, ıhlamur ağacından yapılmış “pesterek” adı verilen düz bir tahta üzerine konur; akikten, Süleymani taştan ya da yeşimden yapılan ve bir sapa bağlı aletle mührelenip parlatılırdı. Devlet dairelerinde, resmî kütüklerde, kayıt defterlerinde mühreli kâğıtlar kullanılırdı. Çünkü mühreli kâğıtlar mürekkebi emdiklerinden silinti ve kazıntı yapmaya elverişli değildi. Bu sayede resmî kayıtlarda tahrif yapılamamaktaydı.

Tuğralı beratlarda kullanılan kâğıdın cinsi, ebadı ve yazı türü verilen şahsın mevkiine ve beratın önemine göre farklılık göstermekteydi. Sadrazam, vezirler, hanlar, Enderun mensupları gibi kimselere verilen beratlar, açık saman renginde, ipekten yapılan, yarı mat, kalınca bir yazı kâğıdı türü olan abadi kâğıtlara; kale neferleri, emekliler vb. kişilerin beratları “İstanbul kâğıt”a yazılırdı.

Tuğralı metinler; sarı (zırnık), kırmızı (lâ), beyaz (üstübeç) ve altın (zer) gibi bir hayli renk kullanılmakla beraber genellikle siyah (is) mürekkep ile yazılırdı. Yine, gönderilen kişinin önemine göre siyah mürekkeple beraber altın mürekkep bolca kullanılırdı. Siyah mürekkep elde etmek için camilerde yanan kandillerin islerinden yararlanıldığı gibi bezir, neft, menekşe ve zeytin yağlarından da ince is elde edilirdi.

Tuğraya ister bir saltanat arması ister figürsüz mücerret bir resim gözüyle bakılsın, matematik ölçülerle estetiğin birleşip en yüce mertebeye çıkarılışı hususunda son devir padişah tuğraları incelenmeye değer bir konu teşkil etmektedir. Osmanlı madenî paralarının bir yüzünde devrin padişahının tuğrası, diğerinde basıldığı yeri ve tarihi gösteren “duribe fî ...” yazısı yer aldığı için halk arasındaki söylenişiyle paranın bir tarafına yazı, diğerine tura denilmesi âdeti zamanımızda hâlâ sürmektedir (Uğur Derman, TDV İslâm Ansiklopedisi, Tuğra mad., c.41, s.339).